31 Aralık 2014 Çarşamba

2014 BİTERKEN…

Yazıyla, çiziyle, paylaşımla bir yılı daha geride bırakıyoruz. Ama zamanın her geçen sene daha hızlandığını hissettiğimiz akışında yanımızda, yakınımızda veya uzağımızda bitmezcesine sürüp giden yaşam dinamiği sayısız olayı yaşattı. Sırasız ve acılı ölümler, mutluluktan zıplatan doğumlar, doğa olayları ile anlar akıp gitti.
Ülkemiz gerçeğinde hırslar, çelişkiler, acılar, umutsuzluklar ve giderek yıkılan düşlerimiz yanında küçük sevgi ve mutluluk kırıntıları vardı elbette. Dünya ise yine aynı yıkılası acımasızlığıyla yılın son günlerine ve anlarına kadar acıları, yaraları kanattı durdu.
Mutluluk nerede ve ne zaman? Umut var mı? Elbette var ve olacak!  Yeter ki solmasın sol memenin altındaki cevahir.
2014’ün bildik bilmedik görüntüleriyle sizleri baş başa bırakırken tüm dostların, ziyaretçilerimin, ülkemin değerli insanlarının ve tüm insanlığın umut ve barış dolu, sağlıklı bir yıla uzanmasını diliyorum.




















30 Aralık 2014 Salı

EKİM AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 5

 
KİTABIN ADI

Kara Ahmet Destanı

KİTABIN YAZARI

Fakir Baykurt

KİTABIN ÇEVİRMENİ
-
KİTABIN YAYINEVİ
Literatür Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI
2011
KİTABIN BASKI SAYISI
14. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI
401  syf
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ
10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ
10/10 
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
10/10 


“Yılanları Öcü” ve “Irazca’nın Dirliği” kitaplarının üçlemesinin son kitabı. Kara Bayram Burdur’a göçtükten sonra değişmiştir. Hastane çalışanlarının bazılarının etkisiyle dindarlaşır ve namaz kılmaya başlar. Haçça’yı zorlarsa da Haçça yanaşmaz. Özellikle küçük Kara Ahmet’i ilkokuldan sonra hoca yanına verip imam yapmak ister. Ahmet kabul etmez. Haçça’nın gayretiyle kardeşi Şerfe ile birlikte ortaokula giderler.
Liseyi babasının tüm engellemelerine rağmen bitiren Kara Ahmet anasının desteğiyle “Kaymakam” olma düşleriyle Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanır, artık Ankara’dadır. Önünde yeni ve farklı bir dünya açılmıştır. Ülke siyasal bir devingenlik içindedir. Sınıfsal konumu gereği Ahmet fazla kararsız kalmayacak , safını belirleyecek ve bitmeyen kavga içinde yerini alacaktır.

29 Aralık 2014 Pazartesi

İLK TÜRK UÇAK FABRİKASI VE NURİ DEMİRAĞ

Bütün tayyarelerimizin ve motorlarının memleketimizde yapılması ve hava harp sanayisinin de bu esasa göre inkişaf ettirilmesi icap eder,” ATATÜRK
 “Madem ki bir millet teyyaresiz yaşayamaz, öyleyse bu yaşama vasıtasını başkalarının lutfundan beklememeliyiz. Ben bu uçakların fabrikasını yapmaya talibim. 1932′de bu sözleri söyleyerek Türkiye’de ilk uçak fabrikasını kuran Nuri Demirağ, o yıllarda Türkiye’de, dünya standartında uçak yapmış; ama siyasi çarkları aşmasına müsaade edilmemişti…
Montaj sanayii mantığına karşı Çıkarak kendi teknolojimizle birlikte kendi sanayimizi de kurmamız gerektiğini söyleyerek hem ileri görüşlülük gösteren ve hem de devrin zenginlerinden ayrılan Nuri Demirağ şöyle konuşuyordu:
“Avrupa’dan, Amerika’dan lisanslar alıp tayyare yapmak kopyacılıktan ibarettir. Demode tipler için lisans verilmektedir. Yeni icat edilenler ise bir sır gibi, büyük bir kıskançlıkla saklanmaktadır. Binaenaleyh kopyacılıkla devam edilirse, demode şeylerle beyhude yere vakit geçirilecektir. Şu halde Avrupa ve Amerika’nın son sistem teyyarelerine mukabil, yepyeni bir Türk tipi vücuda getirilmelidir. “
Milli sanayi ve milli kalkınma konusundaki tavizsiz çabaları Nuri Demirağ’a pahalıya malolacak ve bir süre sonra önü kesilecektir.
Nuri Bey 1882 yılında Sivas’ın Divrik kazasında doğdu. Hayata atılışı ise Divrik Rüştiye Mektebi’ni bitirmesiyle başladı. Okuldaki başarısı nedeniyle muallim vekili olarak okulda alıkonuldu ve bir süre bu vazifeye devam etikten sonra, 1906 yılında Ziraat Bankası’nın açtığı memurluk sınavını kazanarak, bankanın Kangal kazasındaki şubesine tayin edildi. Uzun yıllar bu vazifeye devam eden Nuri Bey, maliye şubeleri müfettişi olarak Istanbul’a geldi.
O yıllarda Birinci Dünya Savaşı’nda hüsrana uğramamızın neticesiyle azınlıklarda bir şımarma başlamış; bu şımarma yer yer, özellikle Beyoğlu ve Galata taraflarında gruplaşmalara ve Türkler’e karşı çirkin sataşmalara kadar uzamıştı. Nuri Bey de hüsrana uğramış bir devletin gariban bir memuru olarak, bu sataşmalardan nasibini almış, bir çok hakarete maruz kalmıştı. Böyle ağır hakaretleri içine sindiremeyen Nuri Bey, Milli haysiyet ve şerefi, üç buçuk Palikaryanın ayakları altında çiğnenen bir hükümete memurluk edemem” diyerek görevinden istifa etti.
(…)
İLK BÜYÜK MÜTEAHHİTLİK
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında demiryollarını millileştirme politikası gereği daha önce Reji ]eneral isminde bir Fransız şirketine ihale edilen Samsun-Sivas demiryolu hattının inşasının Türk müteahhitlerine verilmesi kararlaştırılmıştı. Nuri Bey, bunu duyunca hiç vakit kaybetmeyerek ihaleye girer ve ilk etapta yapılacak olan yedi kilometrelik kısmı 210 bin lira gibi düşük bir fiyatla alır. İhalenin geri kalan kısmını da, yapıp yapamayacağını denemek için yine Nuri Bey’ e verirler.
Nuri Bey hakkında bir çok araştırma yapmış olan torunu Adnan Baykal anlatıyor: Dedemin bu hareketi Türk işçi tarihinde bir dönüm noktasıydı. Şimdi demiryolu olayına baktığınız vakit, onun arkasında bir politika yatar. Osmanlı zamanında doğuda demiryolu yapmamıza Ruslar izin vermiyordu. Bu yüzden kurtuluş harbinden sonra Ankara’nın doğusunda tren yolu yoktur. Esasen dedemin bu teşebbüsü harpten sonra rüştümüzü ispat etme açısından çok önemlidir.
Nuri Bey, o zamanlar tapu dairesinde mühendislik yapan küçük kardeşi Abdurrahman Naci Bey’i memuriyetinden istifa ettirir ve ona sermaye vererek kendisine ortak yapar. Abdurrahman Naci Bey’le birlikte ve yalnız olarak, köprü ve tüneller hariç toplam 1250 kilometre demiryolu yapar, -ki- günümüzde yaklaşık olarak 10bin kilometre demiryolu olduğunu düşünürsek bu rakamın ne kadar önemli olduğu anlaşılır. Bunun bin kilometrelik kısmının Nuri Bey tarafından yapılması büyük bir şeydir. Tabii demiryolu derken bunu sadece rayların döşenmesi olarak düşünmemek gerekiyor. Bunun köprüsü, tüneli var. Engebeli arazide dağlar delinerek, çok büyük taşlar-kayalar kırılarak yapılan zor bir demiryoludur bu.
Nuri Bey’in üstlendiği, Samsun’dan Erzurum’a kadar uzanan bu demiryollarının yapımında o çevrenin halkı çalışır. Halkı çalıştırmak da ayrı bir konudur.
 (…)
T.C.’NIN İLK UÇAK FABRIKASI KURULUYOR
1930′lu yıllara gelindiğinde dünyada ve Türkiye’de ekonomik sıkıntı had safhadaydı. Bu yüzden orduya uçak ve benzeri ihtiyaçlar ancak halkın himmetleriyle alınabiliyordu. O yıllarda ilginç bir kampanya düzenleniyor ve her ilden toplanan paralar ile bir uçak alınıyor ve alınan uçağın kuyruğuna da o ilin ismi yazılıyordu. Bunun yanında zengin işadamları da tek başlarına uçak alarak devlete hibe ediyorlardı. O zaman da uçağın kuyruğuna o işadamının ismi yazılıyordu.
İşte yine böyle bir himmete başvurulmuştu ve büyük işadamlarından yardım talep ediliyordu. Tabii bu himmetle Nuri Demirağ da muhataptı. Gerisini ilk damadı Mansur Azak anlatıyor:
1932 senesinde gazetelerde bir havadis var. Diyor ki havadiste, bu memlekette uçağa ihtiyacımız var. Uçak fabrikamız olmadığı için parayla satın alıyoruz. Devletin bütçesi de o zaman 200 milyon lira. Diyorlar ki bir kampanya açalım. Milletin himmetine baş vurup para toplansın, bu paralarla uçak alalım. O zamanlar Ankara’nın en zengini Vehbi Koç ‘tu. Vehbi Koç’a gidiyorlar ve durumu izah ediyorlar. Hay hay diyor, ne kadar verelim? Gönlünüzden ne kadar koparsa diyorlar. Ve Vehbi Koç da çıkarıp 5 bin TL veriyor. Daha sonra Abdurrahman Naci Bey’e geliyorlar. Durumu izah ediyorlar. Abdurahman Naci Bey’de 120 bin TL veriyor. Sonra da Nuri Demirağ’a geliyorlar ve durumu izah ediyorlar.
Nuri Bey de ‘Siz ne diyorsunuz? Benden bu millet için bir şey istiyorsanız, en mükemmelini istemelisiniz. Madem ki bir millet teyyaresiz yaşayamaz, öyleyse bu yaşama vasıtasını başkalarının lutfundan beklememeliyiz. Ben bu uçakların fabrikasını yapmaya talibim’ diyor. Sonra da hazırlıklara başlıyor.
Zaten senelerden beri Nuri Bey’in aklı fikri bu işte idi ve kendi kendine, “Göklerine hakim olamayan milletler, yerlerde sürünmeye, yerin dibinde çürümeye mahkumdur”, “Zafer süngünün ucunda değildir. Zafer kartalı süngünün ucundan kalktı, havalandı, tayyare kanadının üstüne kondu” gibi vecizeler üretiyordu. Önüne çıkan bu fırsatı değerlendiren Nuri Bey, yanına aldığı mühendis ve teknisyenlerle seyahatlere çıkarak incelemelerde bulunmaya başladı. Almanya, Çekoslovakya ve İngiltere’deki uçak fabrikalarını gezdi.
Nuri Demirağ büyük sabır ve azimle işe atılmış ve yanına aldığı bir çok mühendis ve teknisyenle hızlı bir çalışmaya başlamıştı.“Avrupa’dan, Amerika’dan lisanslar alıp tayyare yapmak kopyacılıktan ibarettir. Demode tipler için lisans verilmektedir. Yeni icat edilenler ise bir sır gibi, büyük bir kıskançlıkla saklanmaktadır. Binaenaleyh kopyacılıkla devam edilirse, demode şeylerle beyhude yere vakit geçirilecektir. Şu halde Avrupa ve Amerika’nın son sistem teyyarelerine mukabil, yepyeni bir Türk tipi vücuda getirilmelidir” diyen Nuri Demirağ, 1936 senesi ortalarına doğru uçak fabrikası için hazırlıklara başlamış ve ilk etapta on senelik bir program yapmıştı. 17 Eylül 1936′da da fiilen teşebbüse geçti ve bir Çekoslovak firması ile anlaşarak Beşiktaş’ta Hayrettin İskelesi’nde, bugün Deniz Müzesi olarak kullanılan, o zamana göre modern bir bina yaptırdı. Programa göre burası etüt atölyesi olacak, asıl büyük fabrika da memleketi olan Sivas Divriği’de kurulacaktı.
Bu arada Türk Hava Kurumu 10 tane eğitim uçağı ve 65 tane de planör siparişi vermişti. Nuri Demirağ ve ekibi, bir yandan bu siparişleri yapmak için tüm gayretlerini sarf ederken, bir yandan da yepyeni bir model geliştirmişlerdi. Bu Nu.D.38 ismini taşıyacak olan altı kişilik, çift motorlu, gövdesi alüminyum kaplama bir yolcu uçağı idi.
Türkler’in kendi uçaklarını kendilerinin yapması belli başlı uçak fabrikalarını endişelendirmişti. Ama yine de Türkler’in iyi bir uçak sanayii kurabileceklerine inanamıyorlardı.
Nuri Demirağ’ın Beşiktaş’taki fabrikada yapılan ve hiç bir bozukluk göstermeden başarılı uçuşlarına devam eden uçakları, Türkiye’de olduğu kadar yurtdışında da büyük yankılar uyandırmıştı.
Hele çift motorlu, barışta yolcu uçağı, savaşta istenildiği zaman eksiksiz bir bombardıman uçağı görevini görecek şekilde yapılan ve saatte 270 kilometre hıza ulaşan, 5 bin 500 metre yükseğe çıkabilen ‘Nu.D.38′in yapılması, dünya uçak sanayicilerinin dikkatini birden Türkiye’ye ve Nuri Demirağ’ın uçak fabrikasının üzerine çekmişti.
Türkler’in kendi uçaklarını kendilerinin yapması belli başlı uçak fabrikalarını endişelendiriyordu. Özellikle İngiliz ve Almanlar’dan başka Amerika’nın endişeleri daha büyüktü. Gerçi Türkler’in bu işin altından kalkabileceklerine inanmıyorlardı; fakat bu iş gerçekleşirse, ileride bir pazar kaybetmenin endişesi içerisindeydiler. Bu düşüncedeki Amerikan Uçak İmalatçıları Birliği, Türkiye’ye tetkiklerde bulunmak üzere birliğin başkanı Bay Todd’u göndermişti.
(…)
DEMİRAĞ’IN İŞLERİ TERS GiTMEYE BAŞLIYOR
Türkiye’nin ilk uçak mühendislerinden Selahattin Alan, Nuri Demirağ’ın en değerli iş arkadaşlarından biriydi. Fransa’da uçak mühendisliği eğitimi yapan Selehattin Alan, Nuri Demirağ ile çalışmaya başlamadan önce, Türk Hava Kuvvetleri’nin Eskişehir’deki uçak bakım ve tamir atölyelerinde görevliydi. Fransızca, İngilizce ve Almanca’yı çok iyi bilen bu genç mühendis, ilk “Türk tipi”uçakların planını çizmiş ve yapımını sağlamıştı.
Nuri Demirağ, Selahattin Alan ile birlikte çalışmasını dönemin meşhur gazetecilerinden Ziyad Ebuziya ‘ya şöyle anlatmıştı:
“Türk zeka ve kabiliyeti işletilecek, yaban ellere muhtaç olmaksızın hava kuvvetlerimizin gerektirdiği bütün işleri kendimiz yapacağız. Ben, uçak mühendisi çok değerli arkadaşım Selahattin Alan ile birlikte bir şirket kurdum. Hemen bütün servetimi ortaya koyarak, onun da bilgisinden faydalanarak Beşiktaş’taki teyyare fabrikasını tesis ettim. “
Nuri Demirağ ve Selahattin Alan birlikte kolları sıvayarak modern bir uçak fabrikası meydana getirmişlerdi. Bu uçak ve planörlerin planını çizen Selahattin Alan; ilk uçak yapıldığında yerinde duramamış, hemen deneme uçuşuna çıkmıştı. Deneme uçuşu Selahattin Alan tarafından başarı ile tamamlanmıştı. Ancak Türk Hava Kurumu ilgilileri, alınacak uçakların ‘Tecrübe uçuşlarının’ Eskişehir’de yapılmasını istemişti. İşte bu sırada, inşa tekniği kuvvetinin ve bilgisinin üstünlüğüne rağmen uçuş ve alan tecrübesi zayıf olan Baş Mühendis Selahattin Alan, Eskişehir’deki İnönü Kampı’nın açılışına uçağı ile bizzat kendisi katılmak istemişti. O zamanlar, çevredeki hayvanlar hava alanına girmesin diye alanın çevresine hendek kazarlardı. Bu durumu bilmeyen Baş Mühendis, hendekten daha önce iniş yapar ve hendeğe düşerek vefat eder. Bu olay Nuri Demirağ için bir dönüm noktası oldu. Zira Türk Hava Kurumu, ‘Şartlara uygun değil’ gerekçesiyle siparişlerini iptal etti. Her ne kadar Nuri Bey ‘Gelin beraber deneme uçuşu yapalım’ dese de, kurum kararından dönmez. Bunun üzerine Nuri Demirağ da kurumu mahkemeye verir. Ancak yıllar süren mahkemeler Türk Hava Kurumu lehine sonuçlanınca, fabrikayı kapatmak zorunda kalır. Türk Hava Kurumu ile olan davasını kaybeden Nuri Demirağ, başta o devrin cumhurbaşkanı olmak üzere bütün hükümet üyelerine sayısız mektuplar yazarak, bu yanlışlığın düzeltilmesini ister. Ama kapılar bir kez daha yüzüne kapanır, ne kadar zorlasa da fabrika açılmaz.
 MEHMET KUM ANLATIYOR
Gök Okulu’nun ilk mezunlarından birisi ve aynı zamanda Nuri Bey’in damadı olan Mehmet Kum anlatıyor: Fabrikanın kapatılmasındaki görünür sebep, uçakları kifayetsiz görmeleriydi. Ben uçak mühendisiyim. Bu işin okulunu, kitabını okudum. Benim gibi bir çok arkadaşım vardı. Ve biz bu uçaklarla binlerce saat uçuş yaptık. Sadece benim 600 saat uçuşum var. Ve hiç birimizin burnu dahi kanamadı. Biz bu tecrübelerle, üretilen uçakların kifayetsiz olmadığını biliyoruz. Ben bir uçak mühendisi olarak, bu uçakların o zamanın en iyi uçaklarından olduğunu meslek hayatımı ortaya koyarak söyleyebilirim. O zamanki dünya standartlarına uygun uçaklardı. “
Mehmet Kum’un da söylediği gibi uçakları kifayetsiz gördükleri için siparişi iptal etmeleri görünürdeki sebepti. Ancak durumun bir de görünmeyen kısmı vardı. O dönemin devlet adamları ve bunlara karşı iyi görünmeye çalışan birtakım çevreler ile dış güçlerin baskısı Nuri Demirağ’a en büyük darbeleri vuranlardı. Zaten Nuri Bey’in tüm atılımları karşısında bu çevreler her zaman engel olmaya çalışmışlardı. Bu engellemelere; uçak fabrikasının kapatılması, Nuri Demirağ’ın Boğaz için Ahırkapı – Salacak arasında kurulmasını planladığı asma köprüye, Boğaz’ın görüntüsünü bozar mazeretiyle karşı çıkılması. köy planlarının işleme konulmaması, İstanbul’da yaptırmayı planladığı büyük bir hastanenin engellenmesi ve daha bir çok durum örnek gösterilebilir.
Uçakların siparişini iptal eden Türk Hava Kurumu, bunların yerine Fransız Henrio uçaklarını alır. Ancak bu uçaklar satın alındığı zaman serisinden kalkmış, hurdaya ayrılmışlardı. Zaten Türk Hava Kurumu da uçakları kısa bir süre kullandıktan sonra, kullanılmayacak halde bir kenara bırakmıştı.
Fabrika kapatıldıktan sonra, Nuri Demirağ kendisine yapılan bu haksızlıktan dolayı, haklı davasını savunabilmek için, bu ortamın değişmesi lazım diyerek politikaya atılmaya karar verir. Mücadelesine politikacı olarak devam edecektir. Bu sebeple 1945 yılının temmuz ayında Türkiye’nin ilk muhalefet partisi olan Milli Kalkınma Partisi’ni kurar. Verdiği davetlerde kuzu çevirip ikram ettiği için, politik çevreler ve basın tarafından alaya alınıyor, kurduğu partiye kuzu partisi deniyordu. Demirağ, Milli Kalkınma Partisi’yle seçimlerde yeteri kadar başarı gösteremez ve Demokrat Parti’den adaylığını koyarak Sivas bağımsız milletvekilliğine seçilir.
 Ancak Nuri Demirağ açık sözlü ve doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen bir kişi olduğu için, esasen politikayı pek yapamamaktadır.
Bir dönem milletvekilliği yapan Nuri Bey, 1957 yılında şeker hastalığı sebebiyle vefat eder.
AKSİYON
DIGI SECURITY (İŞNET)

26 Aralık 2014 Cuma

EKİM AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 4

 

KİTABIN ADI

Amok Koşucusu (Der Amoklaufer)

KİTABIN YAZARI

Stefan Zweig

KİTABIN ÇEVİRMENİ
İlknur Özdemir
KİTABIN YAYINEVİ
Can Yayınları
KİTABIN BASKI YILI
2014
KİTABIN BASKI SAYISI
13. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI
191  syf
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ
10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ
10/10 
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
10/10 


Sanıyorum ülkemizde Stefan Zweig’ın en tanınmış kitabı budur. Bir şekilde hep göz önündedir ama o denli okunmuşmudur bilmiyorum. Zweig romancılığı ve biyografi yazarlığının ötesinde çok iyi bir hikayecidir. Gerçek anlamda etkileyici yapıtları vardır. Başında da bu kitapta bir araya getirilen 7 öykü gelmekte.
“amok koşucusu” bu hikayeyi bilmeyenler için bilinmeyen bir kavramdır. Belki iyi bulmaca çözerlerin sık sorulduğu için bildiği bir anlamı vardır. Uzak doğuda ve sıklıkla Malezya görülen bir tür geçici deliliktir. Kökeni tam bilinmemekte, genellikle iklim ve belki beslenmenin etkisinde insanın bir anda dehşetli bir histeriye kapılarak genellikle kavgacı ve zarar verici bir biçimde saldırganlığa girmesine yol açar. Vikipediye göre:

"Psikoloji biliminde amok, derin bir düşünce döneminin sonrasında gelen şiddet ve bazen cinayet ile sonuçlanan atakların görüldüğü disosiyatif bir tablodur. Durum erkekler arasında yaygın ve bir hakaret sonrasında başlama eğilimindedir. Bireyde kötülüğe uğradığına ya da uğrayacağına dair sanrılar bulunmaktadır. Psikiyatride ender görülen kültüre özgü sendromlar arasında geçen "amok" durumunun Malezya kültürüne özel olabileceği ve kültüre özgü sendromlara örnek gösterilebileceği ifade edilmektedir. Bazı kaynaklar ise günümüz toplumu ve "amok" durumunun tarihsel ilişkisini tartışarak modern endüstri toplumunda da benzer bir tablonun görülebileceğini ileri sürmektedir.

Bu özel durum altında olan, ister silahla, ister bir araçla suç işleyen, toplu öldürme ya da yaralamalarda bulunan kişilere amok koşucusu adı verilmektedir.
Zweig,başta “Amok Koşucusu” hikayesi olmak üzere bu kitaptaki diğer 6 hikayesinde de, (“Bir Çöküşün Öyküsü” “Madalya” “Bezginlik” “Ay Işığı sokağı” “Laporella” ve “Leman Gölü Kıyısında Olay”) temel aldığı öge, hikaye kahramanlarının, olayların getirdiği birikimlerle, belki de farklı düşünerek kurtulabilecekleri, girdap içinde kendilerini bekleyen kötü sona doğru yol almalarını anlatır. Gerçi Zweig bu öykülerde dar anlamında hikaye kahramanlarını amok koşucuları yapmıştır ama geniş açıda aslında insanlığı, 2. Dünya Savaşına giden yolda amok koşucusu olduğu yolunda elden geldiğince uyarmaya çalışmaktadır. Ama nafile…

25 Aralık 2014 Perşembe

İNGİLİZLER DE ATA DİLLERİNİ BİLMİYOR!

 İngiliz Kral John, 19 Haziran 1215 tarihinde baronlarla bir sözleşme imzaladı. Tarihe, Magna Carta, yani “Büyük Özgürlük Sözleşmesi” olarak geçti.

İngilizlerin haklı olarak gurur duydukları, tüm Avrupa’ya örnek olan bu tarihi sözleşmenin en çarpıcı, en kalıcı maddesinde şöyle denilmekteydi:

“Yasal yargılama olmaksızın ve ülkenin ilgili yasalarına uygun olarak verilen bir karar bulunmaksızın, hiçbir özgür kişi tutuklanamaz, hapse atılamaz, suçlu sayılamaz, mal ve mülkü elinden alınamaz, sürgüne yollanamaz ya da herhangi bir biçimde kötü muameleye uğratılamaz.”

İngilizlerin gurur kaynağı, tarihi sözleşme İngilizce yazılmamıştır!

Magna Carta, Latince yazılmıştır.

Çünkü o dönemde halkın dili İngilizce, ama İngiliz sarayının dili Latince ve Fransızcadır.

Günümüz İngilizleri, Magna Carta’yı yazıldığı dilde, yani Latince okuyup anlayamazlar!

Magna Carta, günümüz İngilizcesine çevrilmiştir, İngiliz halkı Magna Carta’nın İngilizce çevirisini okuyup öğrenirler.

Bugüne kadar hiçbir İngiliz kral ya da kraliçe, başbakan, bilim adamı, siyasetçisi, yazar, sanatçı ortaya çıkıp,Çocuklarımız Magna Carta’yı özgün dilinde okuyup anlayamıyor, bunu asla kabul edemeyiz! Bundan böyle İngiltere’deki tüm okullarda Latince zorunlu ders olarak okutulacaktır!” dememiştir…

1343 yılında doğup 1400 yılında ölen ünlü İngiliz şair Chaucer, “İngiliz edebiyatının Babası” olarak bilinmektedir.

Chaucer’in en ünlü yapıtlarının başında gelen “Canterbury Masalları”ndan bazı dizeleri aşağıda sunuyorum:

 A cook they hadde with hem for the nones
To boille the chiknes with the marybones,
And poudre-marchant tart and galyngale.
Wel koude he knowe a draughte of londoun ale.
He koude rooste, and sethe, and broille, and frye,
Maken mortreux, and wel bake a pye. 
A shipman was ther, wonynge fer by weste;
For aught I woot, he was of Dertemouthe.
He rood upon a rounce, as he kouthe,
In a gowne of faldyng to the knee.
A daggere hangynge on a laas hadde he
Aboute his nekke, under his arm adoun.
The hoote somer hadde maad his hewe al broun;
If that he faught, and hadde the hyer hond,
By water he sente hem hoom to every lond.
But of his craft to rekene wel his tydes,
His stremes, and his daungers hym bisides,
His herberwe, and his moone, his lodemenage,
Ther nas noon swich from hulle to cartage.


Çok iyi İngilizce bilenleriniz bile yukarıdaki dizeleri anlayamadıysa, tasalanmasınlar!

Çünkü “İngiliz edebiyatının Babası” Chaucer’in bu dizelerini günümüz İngilizleri de sözlük kullanmadan okuyup anlayamazlar!

İngiliz dili büyüyüp gelişmiş, yenilenmiş, ancak Chaucer’in İngilizcesi yaşlanıp geçmişte kalmıştır.

Bugüne kadar hiçbir İngiliz kral ya da kraliçe, başbakan, bilim adamı, siyasetçi, yazar, sanatçı ortaya çıkıp “Çocuklarımız, edebiyatımızın Babası Chaucer’i özgün dilinde okuyup anlayamıyor, bunu asla kabul edemeyiz! Bundan böyle İngiltere’deki tüm okullarda Chaucer dönemi İngilizcesi zorunlu ders olarak okutulacaktır!” dememiştir…

26 Nisan 1564 tarihinde doğan William Shakespeare, İngilizce dilinin en büyük yazarı olarak kabul edilmiştir.Shakespeare’in şiirleri ve tiyatro oyunları dünya edebiyatının başyapıtlarındandır.

23 Nisan 1616 tarihinde ölen Shakespeare, Londra’da Holy Trinity Kilisesi bahçesinde gömülüdür.

Shakespeare’in mezar taşında şunlar yazılıdır:

Good frend for Iesvs sake forbeare,
To digg the dvst encloased heare.
Bleste be man spares thes stones,
And cvrst be he moves my bones.


Çok iyi İngilizce bilenleriniz bile bu mezar taşına yazılı olanları anlamakta zorlanırsa, tasalanmasınlar!

Çünkü günümüz İngilizleri de Shakespeare’in mezar taşını sözlük kullanmadan okuyup anlayamazlar!

Shakespeare’in mezar taşında yazılı olanların günümüz İngilizcesine çevirisi şöyle:

Good friend, for Jesus’ sake forbear,
To dig the dust enclosed here.
Blessed be the man that spares these stones,
And cursed be he that moves my bones.


Bugüne kadar hiçbir İngiliz kral ya da kraliçe, başbakan, bilim adamı, siyasetçi, yazar, sanatçı ortaya çıkıp Çocuklarımız, Shalespeare’in mezar taşını okuyup anlayamıyor, bunu asla kabul etmeyiz! Bundan böyle İngiltere’deki tüm okullarda Shakespeare dönemi İngilizcesi zorunlu ders olarak okutulacaktır!” dememiştir…

“Dünyada hangi millet vardır ki, dedesinin mezar taşını okuyamaz?” diyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dünya tarihinden, en azından İngiliz tarihinden haberi olmadığı anlaşılmaktadır.

Osmanlıcanın liselere zorunlu ders olarak konulmasının, “isteseler de istemezlerse de öğrenilecek” dayatmasının yapılmasının akılla, mantıkla ve bilimle hiçbir ilgisi yoktur.

Aslında, Osmanlıca öğretileceği gerekçesiyle, Arap alfabesinin öğrenilmesi, Arap harflerinin kullanılması istenilmektedir.

Cumhuriyet devrimlerine karşı “Karşı Devrim”in son aşamasına geldiğine inanan Osmanlı şeriatçısı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hedefinde Türk Dili bulunmaktadır.

Türk dili de yozlaştırılıp arka plana atıldıktan sonra, Osmanlı şeriatının tüm kurum ve kuruluşlarıyla yeniden yapılanmasının önünde hiçbir engel kalmayacaktır.

Türk dilini ve Türk ulusunu bu topraklardan silip atmak isteyenlerin arzuları kursaklarında kalacaktır, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın…

Yılmaz DİKBAŞ, 21 Aralık 2014
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52



24 Aralık 2014 Çarşamba

EKİM AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 3

 
KİTABIN ADI

Irazca’nın Dirliği

KİTABIN YAZARI

Fakir Baykurt

KİTABIN ÇEVİRMENİ
-
KİTABIN YAYINEVİ
Literatür Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI
2011
KİTABIN BASKI SAYISI
15. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI
285  syf
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ
10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ
10/10 
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
10/10 


Karataş köylü Kara Bayram ve ailesinin mücadelesi, 2. Kitapta da sürmekte. Irazca ana, adli makamlara şikayet etmekte israrlıdır. Kara Bayram ise bir sonuç çıkmayacağına inanmakta ama bir çıkış yolu aramaktadır.
Kara Bayram’ın büyük oğlu Ahmet hayvanları gütmek için yaylaka çıktığında muhtarı oğlu ve Haceli’nin kardeşi dostça yaklaşıp uzak akrabaları Ahmet’e güven verirler ama bir süre sonra Ahmet’e tacize yeltenince, Ahmet onların bıçağını kullanıp Hacelinin kardeşini yaralayıp köye kaçar. Fakat başına geleni sadece anası ve Irazca’ya açabilir. Kara Bayram duyunca deliye döner.
Kaymakama şikayet dilekçesi saldırganları tutuklatır ama kısa süre sonra salınırlar. Kara Bayram yine saldırıya uğrayıp feci bir dayak yer aylarca Burdur’da hastanede kalır. Artık köyden kente göçme fikri zihnine yerleşmiştir. Irazca ana göçe direnirse de gitmelerini engelleyemez. Kara Bayram ve ailesi Burdur’a göçer. Karı koca hastanede işe girerler. Çocuklar okula başlar. Mutluluk gelecek midir?...

23 Aralık 2014 Salı

EKİM AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 2

 
KİTABIN ADI

Harabelerin Çiçeği

KİTABIN YAZARI

Reşat Nuri Güntekin

KİTABIN ÇEVİRMENİ
-
KİTABIN YAYINEVİ
İnkilap Kitabevi
KİTABIN BASKI YILI
Belirtilmemiş
KİTABIN BASKI SAYISI
Belirtilmemiş
KİTABIN SAYFA SAYISI
183  syf
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ
10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ
10/10 
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
10/10 


Değerli yazarımızın tüm eserlerinin bir araya getirilmesi çerçevesinden yayınevi tarafından basılan eserleri kapsamında 3 uzun hikayesi (kısa roman da denebilir mi?) bir araya getirilmiş.
Kitaba adını veren “Harabelerin Çiçeği” yazar tarafından 1918 yılında dönemin “Zaman” gazetesinde “Cemil Nimet” takma adıyla yayınlanmış. Daha sonra kitaplaştırılmamış. İkinci hikaye “Eski Ahbap” 8.9.1917’de yazılmış bir hikaye. Yaşlı bir emekli tehlikeli bir evliliğin kıyısından dönüyor.
Üçüncü hikaye “Boyunduruk” ise zannediyorum yayınevi hatasıyla yayınlandığı kanaatindeyim. Zira bu hikaye, Prof Celil Hıfzı’nın hikayesinin anlatıldığı bir öykü olup “Madalyonun Ters Tarafı” adı altında daha önce tanıtımını yaptığım kitaptaki aynı hikaye.
Yazarı tüm eserleriyle tanımak isteyenler için ilginç bir kitap…