29 Mart 2013 Cuma

EPHESOS - 1

Geçen yaz yaptığım yaz tatili sırasında tekrar ziyaret etme şansı bulduğum Efes’e belki de 10 senedir gelmemiştim. Defalarda gezdiğim kette benim için yeni olan, uzun süredir üzerinde çalışılan ve büyük bir kısmı gün ışığına çıkarılan ve üzeri örtülerek koruma altına alınan “2 numaralı yamaç ev”di. Meryem Ana Evi’nden aşağı indiğimizde bu kez ilk defa olarak, Efes’in arka kapısı olarak bilinen “Magnesia” kapısından kente girdik. Efes ziyaretlerinde müze kart geçerli. Yok ise de hemen girişte nüfus cüzdanını vererek müze kart çıkarabiliyorsunuz.
Magnesia kapısı şehrin kara tarafında iç kısmına karşı geliyor ve deniz yönüne doğru yürüyorsunuz. Gezimizin bu ilk bölümünde hemen sağda yer alan Doğu Gimnasium’unun yanında Kuretler Ceddesi üzerinde Yamaç Evlere kadar ineceğiz. Efes (Grekçe Ἔφεσος, Ephesos) Anadolu'nun batı kıyısında, bugünkü Selçuk ilçesi sınırları içerisinde bulunan, daha sonra önemli bir Roma kenti olan antik bir Yunan kentiydi. Klasik Yunan döneminde İyonya'nın on iki şehrinden biriydi. Kuruluşu Cilalı Taş Devri MÖ 6000 yıllarına dayanır.
Kuretler Caddesinde sağımıza Odeon’u ve solumuza Agora’yı ve onun arksaında kalan Domitian Tapınağını alıyoruz. Pyrtaneion ve Memnius Anıtından sonra Trajan Çeşmesi’ne ulaşan bölüm bugünkü gezimizin son noktası oluyor.
1996 yılı içinde, Selçuk Aydın ve Efes yol üçgeninin yaklaşık 100 m kadar güney batısında, mandalin bahçeleri arasında Derbent Çay'nın kıyısında Çukuriçi Höyük saptanmıştır. Arkeolog Adil Evren başkanlığında yapılan araştırma ve kazılar sonucu, bu höyükte taş ve bronz baltalar, iğneler, açkılı seramik parçaları, ağırşaklar, obsidien (volkanik cam) ve sileks (çakmak taşı), deniz kabukluları, öğütme ve perdah aletleri bulunmuştur. Yapılan değerlendirmeler ışığında, Çukuriçi Höyük'te, Neolitik Dönemden Erken Bronz Çağına kadar bir yerleşimin ve yaşamın olduğu saptanmıştır. Aynı tür malzemeler, yine Selçuk, Kuşadası yolunun yaklaşık 8. km'de Arvalya Deresi'nin bitişiğinde Gül Hanım tarlasında Arvalya Höyük saptanmıştır. Çukuriçi ve Arvalya (Gül Hanım) höyüklerinde saptanan eserler ile, Efes'in yakın çevresinin tarihi böylece Neolitik Dönem'e kadar ulaşmaktadır.

MÖ 1050 yıllarında Yunanistan'dan gelen göçmenlerin de yaşamaya başladığı liman kenti Efes, MÖ 560 yılında Artemis Tapınağı çevresine taşınmıştır. Bugün gezilen Efes ise Büyük İskender'in generallerinden Lysimakhos tarafından MÖ 300 yıllarında kurulmuştur. Şehir Romadan özerk bir şekilde Apameia Kibotos şehri ile ortak para bastırmıştır. Bu şehirler klasik dönemdeki Küçük Asya'da çok parlak yarı özerk davranmaya başlamışlardı. Lysimakhos, kenti Miletli Hippodamos'un bulduğu "Izgara Plan"a göre yeniden kurar. Bu plana göre, kentteki bütün cadde ve sokaklar birbirini dik olarak keser.
Hellenistik ve Roma çağlarında en görkemli dönemlerini yaşayan Efes, Roma İmparatoru Augustus zamanında, Asya Eyaleti'nin başkenti olmuş ve nüfusu o dönem (MÖ 1.-2. yüzyıl) 200.000 kişiyi aşmıştır. Bu dönemde her yer mermerden yapılmış anıtsal yapılarla donatılır.
Magnesia Kapısı (Üst Kapı) ve Doğu Gymnasiumu: Efes'in iki girişi vardır. Bunlardan biri kentin çevresindeki sur duvarlarının doğu kapısı olan, Meryemana Evi Yolu üzerindeki Magnesia Kapısı'dır. Doğu Gymnasiumu, Panayır Dağı eteğindeki Magnesia Kapısı'nın hemen yanındadır. Gymnasion, Roma Çağı'nın okuludur.
Odeon: Efes'in iki meclisli bir yönetimi vardı. Bunlardan biri olan Danışma Meclisi toplantıları zamanında üzeri kapalı olan bu yapıda yapılmış ve konserler verilmiştir. 1.400 kişilik kapasiteye sahiptir. Bu nedenle yapı "Bouleterion" olarak da adlandırılır.
Yukarı Agora ve Bazilika: İmparator Augustus tarafından inşa ettirilmiş, resmi toplantıların ve borsa işlemlerinin yapıldığı yerdir. Odeion'un önündedir.
Domitian Tapınağı: Şehirdeki en büyük yapılardan biri olduğu düşünülen İmparatorDomitianus adına yapılmış olan tapınak Traianus Çeşmesi'nin karşısında yer almaktadır. Günümüze yalnızca temelleri ulaşmış olan tapınağın yanlarında sütunların bulundu­ğu belirlenmiştir. Domitianus'un heykelinden kalanlar ise baş ve bir kol kısımlarıdır.

Domitianus Meydanı:Domitianus Tapığınağı'nın kuzeyinde yer alan meydanın doğusunda Pollio Çeşmesi ve hastane olduğu düşünülen bir yapı, kuzeyinde cadmius Anıtı yer alır.
Prytaneion (Belediye Sarayı): Prytan kentin belediye başkanı gibi görev yapardı. En büyük görevi kalın sütunları bulunan bu yapının içindeki kentin ölümsüzlüğünü simgeleyen kent ateşinin sönmemesini sağlamaktı. Prytan, Kent Tanrıçası Hestia adına bu görevi üstlenmişti. Salonun çevresinde tanrı ve imparator heykelleri sıralanmıştı. Efes müzesindeki Artemis heykelleri burada bulunmuş ve daha sonra müzeye getirilmiştir. Yanındaki yapılar kentin resmi misafirlerine ayrılmıştı
Anıtsal Çeşme: Odeion'un önündeki meydan kentin "Devlet Agorası" (Yukarı Agora)'dır. Tam ortasında Mısır tanrıları tapınağı (İsis) bulunuyordu. MÖ 80 yıllarında Laecanus Bassus tarafından yaptırılan Anıtsal Çeşme, Devlet Agorası'nın güneybatı köşesinde yer alır. Buradan Domitian Meydanı'na ve bu meydan etrafında kümelenmiş bulunan Pollio Çeşmesi, Domitian Tapınağı, Memmius Anıtı ve Herakles Kapısı gibi yapılara ulaşılır.

Traianus Çeşmesi: Cadde üzerindeki iki katlı anıtlardan biridir. Ortada duran İmparator Traianus'un heykelinin ayağı altında görülen küre dünyayı simgeler.

28 Mart 2013 Perşembe

100. MAYMUN FENOMENİ

Size gerçek bir hikaye anlatacağım:

Yüzüncü Maymun’un hikayesini...
Pasifik Okyanusunda irili ufaklı birçok ada. Bu adalarda Macaca Fuscata türü Japon maymunları yaşıyor. Bu adalardaki maymunların doğal ortamları içindeki davranışları otuz yılı aşkın bir sure bilim insanları tarafından gözleniyor.
1952 de Koshima Adasında bilim insanları maymunların beslenmesi için kumların içine tatlı patates bırakıyorlar. Bu adanın maymunları da tatlı patatesin tadından hoşlanıyor ama yiyeceklerinin kumlu olması hiç de hoşlarına gitmiyor.
Ama can boğazdan gelir diyerek kumlu da olsa tatlı patatesleri yemeye devam ediyorlar.
Bir gün, on sekiz aylık Imo isimli dişi maymun bu soruna bir çözüm buluyor, Imo, tatlı patatesleri en yakın su birikintisinde yıkayarak yemeyi akıl ediyor. Bu buluşunu annesine de öğretiyor, Imo’nun arkadaşları da patateslerini yıkayarak yemeyi öğreniyor ve kendi annelerine de öğretiyor. Bu yeni davranış biçimi bilim insanlarının gözleri önünde, yavaş yavaş maymunlar arasında yayılıyor.

1952 ve 1958 yılları arasında genç maymunlar, beslenmelerini daha zevkli hale getirmek için, kumlu tatlı patateslerini yıkamayı öğreniyorlar. Bu daha sağlıklı ve zevkli yeni davranış biçimini çocuklarını taklit ederek onlardan yeni bir şey öğrenen yetişkin maymunlar da kazanıyor.
Yeniliklere açık olmayan, çocuklar ve gençlerden de öğrenilebileceğini düşünmeyen, kendi bildiklerini tekrar eden yetişkin maymunlar ise kumlu patates yemeye devam ediyor. 1958 in sonbaharında çok şaşırtıcı bir şey oluyor. Koshima maymunlarının bir kısmı (diyelim ki 99 maymun) artık patateslerini suda yıkayarak yemeyi öğrenmiş oluyor.
Bir sabah, gün doğarken yüzüncü maymun da patateslerini yıkayanlar arasına katılıyor. İşte o an her şey değişiyor. Ayni günün akşamı, adadaki hemen hemen tüm maymunlar, patateslerini yemeden önce yıkamaya başlıyor. Yüzüncü maymunun ilave enerjisi her nedense devrim yaratıyor!

Ama hikaye bitmedi. Bilim insanlarını şaşırtan asil sürpriz, bu adayla doğrudan bir ilişkileri olmadığı halde, diğer adalardaki maymun kolonilerinin de ayni anda patateslerini yıkamaya başlamaları...
Yeni bir düşünce ve davranış tarzı, toplumları oluşturan fertlerin belirli bir oranı tarafından benimsendiği an, bu yenilik, mesafenin önemi olmaksızın zihinden zihine aktarılabiliyor.
Yani, -Yüzüncü Maymun Fenomeni- denilen bu fenomen şunu gösteriyor: Yeni bir düşünce, yeni bir yol, toplumda sadece belirli sayıda insanlar tarafından biliniyorsa, bu yenilik sadece o kişilere ait bir şey oluyor.
Ama -bilenlerin- sayısı belli bir kritik noktaya ulaştığı an, sadece bir kişinin daha -yeni yol-a katılması, toplum bilincinin aşama geçirmesine yol açıyor. Yeni düşünce, birdenbire herkes tarafından düşünülmeye başlanıyor. Niceliğin niteliğe dönüşme noktası...

 -Yüzüncü Maymun Fenomeni-, Duke Üniversitesi’nden Doktor J.B. Rhine tarafından değişik deneylerde tekrarlanıyor. Sonuç her seferinde aynı.
Bugüne dek mutsuz, huzursuz, bencil, korku dolu, karamsar bir dünya süre geldi. Zihinlerde hala taş devri korkuları mı taşıyoruz. Yeniliklere açık, farklı düşünenler ise aşağılanıyorlar, alay ediliyorlar, toplum dışına itiliyorlar. Cesaretleri takdir edilmek bir yana söndürülmeye çalışılıyor bu insanların...

Einstein bile teorisini ilk ortaya attığında meslektaşları tarafından kınanmış. Sıradan insan asla büyük insan olamaz. Doğar, yasar ve ölür. Buna yasamak denirse! Dünyada mutlu, huzurlu, sevecen, aydınlık dolu insanlar yok mu? Cesur bir dünya isteyen ve bu uğurda çaba göstermekten çekinmeyen, her şeyi göze alan insanlar yok mu? Elbette var. Sayıları gittikçe de çoğalıyor. İnsanın, insanlık boyutunda devrim yapabilmesi için yüzüncü maymunun aralarına katılmasını bekliyorlar.
-Yüzüncü Maymun- belki de sizsiniz.


Ken Keyes Jr.
çeviri: Nil Gün

Kişisel notum:

Yazarın “mutlu, huzurlu aydınlık dolu yarınlar için cesur adım atan insanlar” betimlemesini doğru buluyor ve kabul ediyorum. Ancak bu yazıyı okurken ister istemez "tersi de olabilir mi?" sorusunu sordum ve bunun cevabının getirdiği korkuyu hissettim. Örneğin, 100. Sıkma baş ya da çarşafla bütün kadınların bu kılığa girmesini düşünebiliyormusunuz?
1980 İran karşı devrimiyle toplum bir anda geriledi ve molla yönetimine girdi. Şimdiki uygulamalar bizi de 100. Maymun fenomenine getirecek mi?
Ne dersiniz?

27 Mart 2013 Çarşamba

OCAK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 4

 
KİTABIN ADI
Stepançikovo Köyü ve Sakinleri –Meçhul Birinin Anıları- Selo Stepanchikovo i ego obitateli (Село Степанчиково и его обитатели)
KİTABIN YAZARI
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 
KİTABIN ÇEVİRMENİ
Nihal Yalaza Taluy
KİTABIN YAYINEVİ
T. İş Bankası Kültür Yayınları
KİTABIN BASKI YILI
2011
KİTABIN BASKI SAYISI
2. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI
284 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ
10/10  
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ
10/10 
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
10/10 


Rus Edebiyatının doruklarından Dostoyevski’nin 1859 yılında yazdığı ve gelecekteki büyük romanlarının adeta habercisi olan bir romanla karşınızda.

Kırsaldaki zengin Rus çiftliklerinin genel bir anlatımı ve tanıtımı niteliğinde olan kitapta zamanın görgü ve davranışları yanı sıra ev sakinleri dışında büyük bir misafir kalabalığının varlığını ve bir arada yaşanan entrikaları anlatıyor.

Sergey, okumak için gittiği Saint Petersburg’da dayısı emekli albayın acil dönmesini içeren çağrısı üzerine çiftliğe geri döner.

Mektupta kendisinin evlendirileceğinden söz edilmekte. Buna canı sıkılmasına karşın dayısının ricasını kıramaz. Döndüğünde, dayısının annesinin kollamasıyla çiftlikte misafir iken bütün ipleri eline alan Foma Fomiç’le karşılaşır…

Keyifle okunacak bir roman sizi bekliyor.

26 Mart 2013 Salı

BENİ SEVEN HAKİKİ İNSAN

Atatürk, muhtelif vesilelerle maiyetinde çalışan kimselerin samimiyet ve sadakatlarını imtihan etmesini gayet iyi bilirdi. İnsanların halet-i ruhiyesini, niyet ve emellerini teşhis ve temyiz etmekte şelaleler saçan bir zekaya malikti.
O büyük insan, bir gece Çankaya köşkündeki bir ziyafette devrin vekillerinden maruf bir zata şöyle bir sual sorar:
- Beni hakikaten sever misiniz?
Muhatabı hemen cevabı yapıştırır:
- Sevmek ne kelime Ata'm, taparım!
- Peki her dediğimi de yapar mısınız?
- Derhal

Atatürk, bu söz üzerine belinden tabancasını çıkarır ona uzatır.
- Öyleyse, al tabancamı, sık kafana...
- “Aman Atam” der, herhalde benimle şaka ediyorsunuz. Benim ölmemi istemezsiniz.

Meseleyi anlayan Atatürk, yeleleri kabaran bir aslan mehabetiyle dışarıda hizmet eden askeri yanına çağırıp aynı sualleri sorup, cevabını aldıktan sonra, karşısında Toroslar’dan kopmuş bir kaya parçası gibi duran bu bağrı yanık Anadolu çocuğuna tabancasını uzatıp kafasına sıkmasını emreder. Aslan Mehmetçik, bu emri bilatereddüt yerine getirir, fakat kendisine bir şey olmaz. Çünkü, Atatürk, daha önce tabancasındaki merminin kurşununu çıkarmıştır.
İşte o zaman, Atatürk yanındakilere şöyle der:
- Beni ve vatanı seven hakiki insanı gördünüz mü?


Ruhu şad olsun.
(Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, Sh 17

25 Mart 2013 Pazartesi

OCAK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 3


KİTABIN ADI
Ev Sahibesi (Хозяйка)
KİTABIN YAZARI
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 
KİTABIN ÇEVİRMENİ
Tansu Akgün
KİTABIN YAYINEVİ
T. İş Bankası Kültür Yayınları
KİTABIN BASKI YILI
2011
KİTABIN BASKI SAYISI
2. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI
159 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ
10/10  
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ
10/10 
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
10/10 

Bu kitapta Rus Edebiyatının doruklarından Dostoyevski’nin 4 hikayesi Yer alıyor. Sırasıyla “Ev Sahibesi”, “Bay Proharçin”,”Dokuz mektupluk roman”,”Polzunkov”. İlk üç hikayenin yazılış yılı 1847, Polzunkov ise 1848’de yazılmış.
Bu dört hikayenin ana ekseni Rus insanı. Kusurlarıyla, değerleriyle, insanlar hikayede baş köşede. Özellikle “Dokuz mektupluk roman” taşıdığı mizah ögeleriyle zamanın ilklerinden olma özelliği de taşıyor.
Henüz Dostoyevski’yle hiç tanışmadıysanız sizin için güzel bir tanışma olmaya aday.
Büyük usta, çağının çok ötesinde, bugünlerde bile değişmeyen insan karakterlerini başarıyla canlandırıyor.
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (Rusça: Фёдор Миха́йлович Достое́вский,  (d: 11 Kasım 1821, Jülyen: 30 Ekim, Moskova - ö: 9 Şubat 1881, Jülyen: 28 Ocak, Sankt Petersburg), Rus roman yazarı.
Çocukluğu sarhoş bir baba ve hasta bir anne arasında geçiren Dostoyevski, annesinin ölümünden sonra Petersburg'taki Mühendis Okulu'na girdi. Babasının ölüm haberini burada aldı. Okulu başarıyla bitirdikten sonra İstihkâm Müdürlüğü'ne girdi. Bir yıl sonra istifa ederek buradan ayrıldı. Ordudan ayrıldıktan sonra edebiyata yönelen Dostoyevski'nin ilk kitabı İnsancıklar, 1846 yılında yayımlandı. Bu eserinin ardından yazdığı kitaplarla beklediği başarıya ulaşamayan Dostoyevski'nin umudu kırıldı ve politikayla ilgilenmeye başladı.
1849 yılında devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiası ile tutuklandı. On ay hapisanede kalan Dostoyevski, kurşuna dizilmek üzereyken diğer sekiz tutuklu arkadaşı ile affedildi. Cezası dört yıl kürek, dört yıl da adî hapse dönüştürüldü. Cezasını çekmesi için Sibirya'da bulunan Omsk Cezaevi'ne gönderildi. Burada geçirdiği dört yılın ardından er rütbesi ile hizmete verildi. Subaylığa kadar yükseldi. 1857 yılında Maria Dmitrievna Isayeva ile evlendi. Beş yıl boyunca görev yapan Dostoyevski, 1859 yılında özgür bırakıldı ve Petersburg'a yerleşti.
Petersburg'a döndükten sonra Ezilenler (1861) ve Ölüler Evinden Anılar (1862) adlı eserleri yazdı. Kardeşiyle birlikte iki dergi çıkardı. 1862'de arzuladığı Avrupa seyahatini gerçekleştirdi. Sara nöbetleri ve kumar bağımlılığı yüzünden maddi açıdan darlığa düştü. Bu dönemde Yeraltından Notlar (1864), Suç ve Ceza (1866), Kumarbaz (1866), Budala (1868),Ebedi Koca (1870) ve Ecinniler (1872) gibi eserleri yazdı. Eşinin ölümünden sonra sekreteriyle evlendi. Yeniden borçlandı ve kumaranelerde gezmeye başladı. Kızının ölümünün ardından büyük bir sarsıntı geçirdi. Delikanlı (1875), Bir Yazarın Günlüğü (1876) ve Karamazov Kardeşler (1879) adlı eserlerinde yazarlık hayatı boyunca konu edindiği temaları yeniden ele aldı. Karamazov Kardeşler adlı yapıtını üç yılda bitiren Dostoyevski, bir ciğer kanamasıyla yatağa düştü ve 28 Ocak 1881 tarihinde öldü. Dostoyevski için 31 Ocak 1881 tarihinde yapılan cenaze töreninde yaklaşık otuz bin kişi tabutunun arkasından yürüdü.Dünya edebiyatını en çok etkileyen ve en çok okunan yazarlardan biri olan Dostoyevski'nin eserleri birçok 20. yüzyıl düşünürünün fikirlerini derinden etkiledi.




22 Mart 2013 Cuma

DİDYMA APOLLON TAPINAĞI

 Yüzyılı aşkın bir zaman önce Sir Charles Newton şöyle yazmıştır:
“İki dev sütun ile üzerlerindeki arkhitrav parçası ve tamamlanmamış üçüncü bir sütun, Apollon Tapınağı’ndan tek ayakta kalanlar. Anıtsal kalıntılar düştükleri yerde, parçalanmış buzullar gibi üst üste yığılmış duruyorlar”
 Çok yakın zamana kadar Didim-Söke yolunun hemen kıyısından geçtiği Didyma Apollon Tapınağı yapılan yol güzergah değişikliği ile biraz daha korunaklı ve daha rahat gezilebilir hale geldi. Yıllar içinde Fransız ve Alman arkeologların çalışmalarıyla, yapı bugün çevresindeki sütun dizisi dışında tümüyle ayaktadır.    Didyma hiçbir zaman bir kent niteliği taşımamıştır.
Tapınak ve onun yönetimindeki bilicilik, Miletos toprakları içindedir ve rahibi de  kentin önde gelen resmi görevlileri arasında yer almıştır. Didyma adı Yunancadan değil, Anadolu dillerinden kaynaklanır; tıpkı Karia’daki Idyma, Lykia’ daki Sidyma gibi. Sözcüğün bir rastlantıyla, Yunancada  “ikizler” anlamına gelen Didymi sözcüğüne benzemesi, Apollon ve ikiz kız kardeşi Artemis ile ilintili olduğu sanısını uyandırmıştır. Bu yüzden, antik yazarlardan  kimisi Didymi formunu benimsemiştir. Gerçi Didyma’da Artemis’in de bir tapınağı ve kültü vardır, ama Apollon’unki ile karşılaştırıldığında pek önem taşımaz.

 Pausanias, biliciliğin İon göçmenlerin buraya ayak basmasından önce de var olduğunu söyler. Binicilik gerçekten çok eskilere dayanır. Ören yerinde ele geçen en eski yazıtlar İ.Ö. 600 dolaylarına tarihlenmektedir ve bunlardan biri biliciliğin verdiği bir öğüte ait bir parçadır. Anlaşıldığına göre danışmaya gelenler genç kuşağın korsanlıkla uğraşmasının doğru olup olmayacağını sormuşlar, tanrı da “Doğru olan babalarınızın yaptığını yapmanızdır” yanıtını vermiştir. Bu erken dönemde kült, Brankhidai (Brankhidler) adı verilen ve Delphoi kökenli olduklarını ileri süren soylu bir ailenin yönetimi altında idi. Brankhidai adı, Didyma için sıklıkla ikinci bir ad gibi kullanılmıştır.

Kroisos İ.Ö. 6. yüzyıl ortalarında Pers ülkesine saldırmayı kafasına koyunca, ilk iş olarak bir bilicilik merkezinin öğüdüne başvurmayı düşündü, ama öğüdün güvenirliğini belirlemek amacıyla önce bir deneme yapacaktı. Böylece, en ünlü bilicilik merkezlerine ,  bu arada Didyma’ya da elçiler gönderdi. Elçiler başvurdukları bilicilerden, o anda kralın ne yaptığını söylemelerini istediler. Gerçekte kral o sırada bronz bir kazanın içinde bir kaplumbağa ile bir kuzuyu kaynatmaktaydı. Doğru yanıtı Delphoi Apollon’u verdi, başka bir bilicilik merkezi de gerçeğe yaklaştı; ama Didyma , başarı gösteremedi. Yine de Kroisos, Brankhidlere her zaman dostça davrandı; tanrıya görkemli adaklar sundu. Bunlar Delphoi Kutsal Alanına sunduklarının bir eşiydi. Herodotos’un anlattıklarına bakılırsa , kralın sunduğu adak eşyaları 12 talent saf altın ve 226 talent “beyaz altın” (elektron), günümüz ölçüleriyle toplam 2 metreküp değerli maden; altın ve gümüşten yapılmış iki dev çanak; yine büyük boyutta dört gümüş testi; altın ve gümüşten iki kalp; kraliçeye ait gerdanlık ve kemerler, ayrıca saray aşçısını betimlediği söylenen, doğal boyutta bir altın heykel içermekteydi.  Tapınağın bu dönemdeki görünümü konusunda bilgiler yok denecek kadar azdır.

Kutsal yolun iki yanında heykeller sıralanmıştır. İ.Ö.6. yüzyıla tarihlenen bu heykellerden birçoğu 1858 yılında Newton tarafından British Museum’a gönderilmelerine kadar, orijinal yerlerinde kalmışlardır. Çoğu Arkaik Döneme özgü, dik bir biçimde oturan figürleri betimler. Bazıları yazıtlıdır. Kutsal yol heykelleri arasında bir aslan bir sfenks heykeli de vardır. Antik heykellerin başta Lord Elgin, Charles Fellows ve Sir  Charles Newton tarafından – kuşkusuz Osmanlı hükümetinin izni ile- bulundukları Yunanistan  ve Türkiye topraklarından Avrupa müzelerine taşınması bugün tartışma konusudur. Oysa Osmanlı Devleti zamanında zamanında eleştiri  yapmak akla gelmemiş, gavurun taşları gözüyle bakılarak adeta kaçırılmaları için devletçe çanak tutulmuştur. Batıda da bu modern zamanlar soygunculuğuna kılıf olması bakımından götürülmeleri  iki yönden haklı görülmüştür: Anıtların zarar yada ziyandan korunması ve bilim adamları ile aydınların ilgisine sunulması.

 “Elgin Mermerleri adıyla bilinen yapıtlar İngiltere’de büyük heyecan uyandırmış, sanatsal beğenide bir devrim yaratmıştır. Bugün Parthenon’u ziyaret eden bir kimse, onların yerlerinde kalmış olmalarını dileyebilir; ama 1800’lü yıllarda Atina’ya pek ender, İonia ve Lykia’ya ise daha da ender gidildiğini unutmamak gerekir. Eğer Fellows, Ksanthos heykel ve kabartmalarını Londra’ya getirmeseydi, kaç kişi onları görebilecekti? Bu anıtlar yerlerinde bırakılsaydı, yitip gitmeleri ya da zarar görmeleri kaçınılmazdı. Mahaffy, bir Yunanlının  elindeki tüfek ile Atina Akropolisi’nden, aşağıdaki Dionysos Tiyatrosu’nun heykellerine ateş ettiğine tanık olmuştur. Newton ise kendisinden elli yıl önce Sir William Gell’in Didyma kutsal yolunda gördüğü, oturan bir figürü canlandıran heykelin artık yerinde durmadığını yazar. Bir yapıtın iki bin yıl varlığını sürdürmesi, bir yüz yıl daha sürdüreceğine garanti değildir. Şimdi Türkiye ve Yunanistan’a sıklıkla gidebilmesi ve bu ülkelerin eski eserlere değer veren, sorumluluk sahibi hükümetlerce yönetilmesi, Avrupa müzelerine taşınan yapıtların iade edilip edilmemesi gerektiği konusunda tartışmalara yol açmaktadır. Tartışmalar sürerken en azından geçici bir önlem olarak, söz konusu yerlere eserlerin birer kopyası konulabilir. Nitekim bu, bazı yerlerde yapılmıştır.”  (George E. Bean günah çıkarıyor)

Didyma tarihinin erken evresi, tapınağın Persler tarafından yıkılmasıyla sona erdi.
Herodotos; İ.Ö. 494 yılında İonia Ayaklanması başarısızlıkla sonuçlanıp, Miletos düşünce, Dareios’un hem tapınak, hem de bilicilik yerini yağmalayarak yaktığını anlatır. Oysa Strabon ile Pausanias aynı eylemi Kserkses’in İ.Ö. 479’da Plataia’daki yenilgisinden sonra , Yunanistan’dan dönerken gerçekleştirdiğini yazarlar. Bu olayda Brankhidler tanrılarına sadakatsizlikten suçluydular; tanrıya sunulmuş hazineleri hiç duraksamadan Pers kralına teslim etmiş ve ihanetlerini izleyecek olaylardan kurtulmak amacıyla, onun peşinde Pers ülkesine kaçmışlardı. Orada kral eliyle Sogdiana yakınlarına yerleştirildiler. Yüz elli yıl sonra İskender buraya dek geldi. Ordusundaki Miletoslulara ne yapması gerektiğini sorduktan sonra, yerleşmeyi yerle bir etti. “Böylece” diye sözlerini bağlar tarihçi, “babaların işlediği suçun cezasını oğullar ödemişlerdir”. Daha sonra Suriye Kralı I. Seleukos, Pers başkenti Ekbatana’da Kserkses’in çaldığı bronz Apollon heykelini bulmuş, Didyma’ya geri vermiştir. Pers yıkımının ardından,bilicilik merkezinin toparlanması uzun sürdü. 5. yüzyılın geri kalan bölümünde ve 4. yüzyılda hiç sesi çıkmadı. Ama İskender’in gelişi ile yıllardır kurumuş bulunan Didyma’daki kutsal pınar, bilicilik pınarı, yeniden kaynadı. Hayata dönen bilicilik kurumu İskender’in tanrı Zeus’un öz oğlu olduğunu ve Gaugamela’da zafer kazanacağını muştuladı. Yine de Didyma asıl canlanmasını Seleukos’a borçludur. Seleukos İ.Ö. 300 dolaylarında eski tapınağın bulunduğu yerde, bugün kalıntılarını gördüğümüz dev yapının inşaatını başlattı. Yeni kutsal alan kısa zamanda büyük bir zenginliğe kavuştu. Ama İ.Ö. 278 yılında istilacı Galatların saldırılarından çok zarar gördü. Didyma’da kazılar sonucu ortaya çıkarılan yazıtlardan biri İ.Ö.277 yılına ait bir tapınak envanteridir. Yazıt “savaştan arta kalanlar” ın, Apollon hazinesindeki bezemeli bir tas ve gümüş süslemeli bir öküz boynuzu ile Artemis hazinesindeki kaidelerinden biri kopuk bir buhurdan, iki küçük buhurdan ve üç kemerden öteye gitmediğini belgelemektedir; geriye başka hiçbir şey kalmamıştır. Henüz tamamlanmamış olan yapı ise ayakta kalabilmişti. İki yüz yıl Miletoslular kendi olanakları ile onu tamamlamaya çalıştılar. İ.Ö. 70 yıllarındaki korsan yağmasının yaraları çabuk sarıldı. Ama tapınağı gören herkesin gözüne çarpacağı gibi, son rötuşlara hiçbir zaman geçilemedi. Örneğin taşların çoğu perdahlanamadı, sütunların yivleri tamamlanamadı. 







Anadolu’muzun bu görkemli tarihinden satır başları böyle. Dileriz bugüne kadar ki kayıplarımız son olur ve mevcut kaçırılmışların hasret kaldıkları topraklarına kavuşturulmalarını, mevcut ve gelecek hükümetler ulusal bir sorun olarak görür ve uğraş verirler. Unutmayalım ki vatanımızın tarihi bizim tarihimizdir, 1000 yıldır sahip çıktığımız bu topraklardaki ata izlerimiz 5000-6000 yıl öncesine kadar gider. Taşlara “OG” kazıyan ilk atalarımızdan beri ülkemiz topraklarının tüm değerleri bizim tarihimizdir.

21 Mart 2013 Perşembe

DİSİPLİNLİ ÇILGINLARIN 7 KURALI



Disiplinli Çılgınların 7 Kuralı nelerdir? Çılgınların diyorum; çünkü büyük
projeleri başarmak için disiplinli çılgınlar olmak gerekiyor. Birinci kural
amaca inancın büyüklüğüdür.
Çılgınlar mutlaka net ve açık bir amaca
sahiptir ve bu amacı bir an olsun gözlerinin önünden ayırmazlar. Everest’e
tırmanmaya çalışan bir grup dağcının gözlerinin önünden dağ nasıl hiç
gitmiyorsa, çılgınların amacı da dağ gibi hep karşılarında durur.
Tecrübelerimle sabit olan şu; amacına yeterli inancı olmayan insanların o
amacı başarmak için yeterli enerjisi ve motivasyonu olmuyor. Dolayısıyla bir
vizyona ya da hedefe sahip olmak yeterli değil. Her gece rüyanızda o amacı
görecek, her konuşmayı o amaca bağlayacak saplantı düzeyinde bir inanç
gerekiyor.
Çılgınların ikinci kuralı odaklanmadır. Bir işe ve bir amaca odaklanma ve
başka bir şeye bakmamaktır. Temel olarak Starbucks’ta kahve, McDonald’s’ta
hamburgerden başka bir şey satılmamasıdır. Üniversite sınavında birinci
olmak için arkadaşlığı, eğlenceyi ve başka keyifleri bir yıllığına tamamen
unutmaktır. Wright Kardeşler gibi ölümüne bir kararlılıkla uçağı
tasarlamaktır.Çılgınca bir odaklanma hedefine ulaşıncaya kadar başka
şeylerden vazgeçmeyi gerektirir.

Bir sonraki kural yazı, kitap ve konuşmalarımda milyon kere tekrarladığım
gibi yenilikçi ve sıra dışı olmaktır.
Dünya yenilikçi firma, kurum,
insanların sayesinde ilerlemektedir. Steve Jobs olmasaydı bugün hala eski
usul Windows ve benzeri sistemlerle idare ediyor olacaktık. Facebook ve
twitter’ı icat edenler artık insanların kendilerini yepyeni bir şekilde
ifade etmesine imkan sağladı. 20. Yüzyılın yaşamlarımızı en çok değiştiren
yeniliği herhalde cep telefonudur. Bugünün çocukları bu telefonların
olmadığı bir yaşamı hayal dahi edemiyorlar. Dünyayı sıra dışı ve farklı
düşünen, değişime açık yenilikçiler değiştiriyor.
Tarihe baktığımızda tüm çılgın insanların amaçlarına ulaşmak için üzerinde
çalışılmış zekice bir planları, stratejileri olduğunu ve bunu uygulamaya
aldıklarını görüyoruz. Barbaros Hayrettin Paşa’nın Andre Doria’yı mağlup
etmesi karadaki hilal stratejisinin denizdeki uygulamasıyla mümkün olmuştur.
Dünya tarihinin bütün büyük komutanları, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan
Selim olağanüstü savaş planları yapmıştır. Ancak uygulama olmadan her plan
boş bir hayaldir. Çılgın insanlar, bazen planı dahi bitirmeden harekete
geçmek isterler. Harekete geçmeyen çılgın değildir. Çılgınlara kimsenin
yapmaya cesaret edemediği hedeflere doğru hareket ettikleri için çılgın
diyoruz, sadece plan yaptıkları için değil.

Tarih boyunca hiçbir büyük proje yardımlaşma ve işbirliği olmadan mümkün
olmamıştır. Türklerin son yüzyıldaki en büyük çılgınlığı Kurtuluş Savaşı’dır
ve Kurtuluş Savaşı dünya tarihinin en büyük yardımlaşma ve işbirliğinin bir
örneğidir. Özellikle baş çılgının kendi ekibine yardım etmesi, kendisinin
fedakarlıklarda bulunması grubunu ve daha geniş planda toplumu
ateşlemektedir.

Çılgın insanları başarıya taşıyan şey onların insan odaklı olmasıdır. Eğer
amacı başarmak topluma hizmet etmeyecekse ona başarı denemez. Bir çılgın
mutlaka çalışma arkadaşlarının iyiliğini, hizmet ettiği müşteri ve toplumun
iyiliğini ve memnuniyetini her şeyin önünde tutmalıdır.

Disiplinli Çılgınları, çılgın olmaktan öte muhteşem kabul etmemize yol açan
şey ayrıntıların kalitesidir
. Bugün büyük liderler olağanüstü başarılarına
rağmen eleştiriliyorsa insanlar onların çizdiği tablodaki ayrıntılara
takılıyorlardır. Bir filmi büyük yapan ana öyküsü olduğu kadar
ayrıntılarıdır. Star Wars ve Yüzüklerin Efendisi gibi klasikleşen kitap ve
filmlerin dünyada milyonlarca hayranı olması, bu filmlerin tasarımlarındaki
ayrıntılara verilen olağanüstü önemdir. Dünya çapında marka olan her kuruluş incelendiğinde çok üst düzeyde ayrıntıların kalitesiyle ilgilendikleri
görülür.

Ailenizden en az bir kişinin disiplinli bir çılgın olması dileğiyle… Aile isminizi geleceğe taşıyacak olan bir erkek çocuğu değil, disiplinli bir çılgındır.

Melih Arat
(Kaynak: Önce Vatan)
İstanbul Üniversitesi’nde Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitiren Melih Arat, Dokuz Eylül Üniversitesi’nde MBA yapmıştır. Aynı üniversitede Amerikan Kültürü ve Edebiyatı konusunda doktora yapan Melih Arat, ayrıca New York Üniversitesi’nin Girişimcilik ve Yönetim Sertifika Programı’nı birincilikle tamamlamıştır. MIT’de Kurumsal Strateji programına katılmıştır. Ayrıca Harvard Üniversitesi’nde iki ay liderlik eğitimi almıştır.Amatör dağcılıkla uğraşan Melih Arat, dört kez Ağrı Dağı’na, bir kez de Kaçkar dağına tırmanmıştır. Melih Arat düzenli olarak 1993 yılından beri Türkiye’nin önde gelen gazete ve dergilerine makale ve köşe yazısı yazmıştır. Bu gazeteler: Milliyet, Sabah, Zaman, Dünya. Dergiler: KalDer Forum, Önce Kalite, Capital, Power, Macro Economy.London School of Economics, New York Public Library gibi saygın eğitim kurumlarının çatısı altında İngilizce seminerler vermiştir. Sıra Dışı Yaşam Becerileri, MBA21, Girişimcilik Okulu, Yeni Hayat, Çocuklar için Bilim programlarının tasarımcısı ve sunucusudur. Söz konusu programlar Boğaziçi Üniversitesi Mezunları Derneği (BÜMED), Okull İstanbul, Okull Ankara, Okul İzmir ve başka saygın kurumların çatıları altında sunulmaktadır.Dünyanın pek çok yerinde İngilizce eğitimler veren Melih Arat, ayrıca Arnavutluk’ta Epoka Üniversitesi’nde İşletme Master derslerini İngilizce vermektedir. Melih Arat, Sıra Dışı Yaşam Becerileri isimli kitabının yanı sıra 10 kadar kitaba imza atmıştır. http://www.meliharat.com/sayfaIcerik.asp?KriterId0=42&KriterId1=64&titleBaslik=Melih%20Arat