31 Aralık 2012 Pazartesi

YENİ YILINIZI KUTLUYORUM

Değerli blog dostlarım,

Acı ve tatlı anılarıyla bir yılı daha geride bırakıyoruz. Daha coşkulu, daha sevinçli ve gururlu yazılar yazmayı isterdim. Ancak ülkemizin ve dünyamızın koşulları malum.

Dünyada var olmaya başladığımız 3 milyon yıl süresince dik duran kuyruksuz maymun durumundan neredeyse sadece 30 bin yıl kadar önce homo sapiens haline gelen bizler şimdi dünyayı dönüştürmenin peşindeyiz. Ama "var" olarak bulduğumuz kaynakları o kadar hor kullanıyoruz ki, yaklaşık 20 yıl kadar sonra sayımızın sadece yarısının temiz su kaynaklarına sahip olabileceğimizin farkında bile olmadan dünyayı hızla kirletiyor, ozon tabakasını deliyor ve doğal akarsularımızı barajlarla yok etmeye çabalıyoruz, direnen insanları hain ve satılmış olarak damgalayarak.

Ülkemizde ise, 90 sene önce karanlığın zincirlerini kıran çağdaş olma bilinciyle 1930’lu yıllarda demokrasi olarak kabul edilen 12 ülkeden birisi olma saygınlığına ulaşmışken, bu gün kafayı örtmenin özgürlük olduğunu savunma noktalarına düştük. 90 sene önce aç, yoksul, cahil ama gururlu bir millet iken şimdi borçlanmayı marifet kabul eden, başkasının parası ile zenginlik çalımları atan, cebini biraz daha doldurabilmek için vatan topraklarını ve ulusun 90 yıllık birikimlerini satmaktan çekinmeyen, bir çuval soğana, bir çuval kömüre, ülkenin geleceğini tehlikeye attığını düşünmeyen bireylerle, sözde varlıklı ama onursuz bir toplum haline geldik.

Ümit var mı?
Elbette…
Biz Mustafa Kemal’in evlatlarıyız. Bize verilen emanet ve görev, hiçbir karanlıktan yılmamak, çalışmak, toplumumuzun geleceğini bireysel istek ve amaçlarımızın her zaman üstünde tutmak, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini daima korumak ve savunmaktır. Bu bizim en kıymetli hazinemizdir.

Size, ailenize ve tüm ulusumuza, sağlık, barış ve aydınlık yarınlar diliyorum.

2011’i güzel bir şiirler kapatmıştık. Dilerseniz 2012’yi de yine şiirle kapatalım;


BEŞ SATIRLA

Annelerin ninnilerinden
                               spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.

28 Aralık 2012 Cuma

RESNE (RESEN)

Manastır ile Ohrid arasındaki otoyol üzerinde yer alan ve Türkçe tanınmış ismiyle Resne, Osmanlı döneminde önemli bir şehir olduğu kadar Türk siyasi tarihine “Resneli Niyazi Bey” olarak girmiş ünlü Osmanlı subayı sebebiyle bizler için önemli bir tarihi şehirdir.
Resneli Niyazi Bey, az çok tarih ile haşır neşir olanlar tarafından çok iyi bilinen bir askerdir. 2. Meşrutiyet’in ilanına sebep olan, dağa çıkma hadisesinin kahramanı olan bu subay ne yazık ki çok erken yaşta ve nedensiz olarak öldürülmeseydi sanırım tarihimize çok önemli katkılar yapmayı sürdürecekti. Dilerseniz, Vikipedi’den aldım bilgileri kısaca sıralayayım:
 “Resneli Niyazi Bey veya Ahmet Niyazi Bey (Arnavutça: Ahmet Njazi Bej Resnja), 1873 yılında bugün Makedonya sınırları içerisinde kalan Manastır yakınlarındaki Resne kasabasında doğmuştur. Bu nedenle Resneli Niyazi Bey olarak anılır. İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden olup II. Meşrutiyet'in ilanına yol açan ayaklanmanın lideri olarak ve 1897 deki Türk-Yunan savaşındaki başarılarından dolayı ün yaptı. II. Abdülhamit’in Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmasından sonra döndüğü Selanik’te “Hürriyet kahramanı” olarak karşılandı.


17 Nisan 1913'te Arnavutluk'un Avlonya limanında İstanbul'a gitmek üzereyken İttihat ve Terakki Fırkası'nın kendisine gönderdiği koruması tarafından öldürüldü.

1913 yılı Nisan ayının 29’unda Arnavutluk’un Avlonya limanına 8 kişi geldi. Sivil giyimliydiler. İstanbul’a kalkacak vapuru bekliyorlardı. İçlerinden biri bilet almaya gitmişti. Tam bu sırada üç el silah patladığı duyuldu. İki kişi yere yuvarlandı. Birkaç el daha ateş edildiği görüldü. Herkes kaçışmıştı. Orada bulunanlar, kırçıllı bir paltonun içindeki sivil giyimli şahsı zar zor tanıdılar. Bu, Resneli Niyazi Bey idi.

Öldürülme sebebinin karanlıkta kalmış ve kendi koruması tarafından vurulmuş olması nedeniyle kendisine atfedilen "Ne şehittir ne de gazi, pisi pisine gitti Niyazi" deyimi Türk milletinin hafızasına kazınmıştır. Sonradan Resneli Niyazi Bey adına Şişli Fulya’da bir okul açılmıştır.”
Resne, bugün yaklaşık 20.000 nüfusuyla küçük bir kasaba. 2.000 kadar da Türk yaşıyor. Doğal bitki örtüsü zenginliği ve elmalarıyla da tanınıyormuş. Manastır dönüşünde Niyazi Bey’in köşkünü görmek için uğradık. Manastır’dan gelirken Ohrid’e giden yola sola yay çizerken dönmeyip doğru kasaba içine girdiğinizde solunuzda köşkü göreceksiniz. Bu köşkün ilginç bir yapım öyküsü var. Resneli Niyazi Bey, Makedonya bölgesinde çok tanınmış ve sevilen bir kişidir.Resneli Niyazi Bey'in Üsküp'te harp okulunu okuduğu arkadaşlarından bir kısmı II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra Paris elçiliğine tayin edilmişlerdir.Paris elçiliğinde görev yapan arkadaşları Resneli Niyazi Bey'e bir mektup gönderirler.Arkadaşları bu mektupta Paris elçiliğinin önünde bir fotoğraf çektirmişler ve Resneli Niyazi Bey'e hitaben “sen oralarda otur bak biz buralarda neler yapmaktayız” demişler. Bunun üzerine arkadaşlarına sinirlenen Resneli Niyazi Bey fotoğrafta ne gördüyse, Paris elçiliğinin bir kopyası niteliğinde bir köşk inşa ettirmiş.
Köşk görünüş itibariyle hala görkemini koruyor. Ama ne yazık ki Niyazi Bey ile ilgili hiçbir kayıt yok. Girişteki sergi görevlisinin sattığı Niyazi Bey fotoğrafları dışında bir kısmının müze olarak düzenlenmemesi çok önemli bir eksiklik. Neredeyse tüm Türk gezilerinin rotasında olan köşkün TİKA tarafından elden geçirilmesini diliyorum.
Halen köşkün giriş katında tüm dünyadan seramik sanatçılarının eser gönderdiği bir sergi var. (Türk sanatçılarının eserleri de var) Afişinden ve görevlinin anlattığından, serginin bir süre sonra İzmir’e geleceğini öğrendik. Bu kısa ziyaretimiz sonrası Ohrid’e dönüş yoluna koyulduk.












27 Aralık 2012 Perşembe

AĞUSTOS AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 7

KİTABIN ADI : Goya’nın Hayaletleri (La fantomes de Goya)

KİTABIN YAZARI : Jean-Claude Carriere-Milos Forman
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Şilan Evirgen
KİTABIN YAYINEVİ : Vatan Kitap
KİTABIN BASKI YILI : 2007
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 244 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ:  9,5/10 (Az sayıda dizgi hatası var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10

YORUM:
Ünlü ressam Goya’nın yan rolde ve çağına tanıklık ettiği gerilim dolu bir roman. Dünyaca ünlü iki senaryo yazarının kaleme aldığı romanda bir köylü çocuğu iken dominiken papazı olan Lorenzo Casameres, yeniden engizisyon uygulamalarını başlatır. İlk kurbanlardan biri henüz 18’indeki güzel İnes Bilbatua’dır. Goya’nın portresini yaptığı İnes, engizisyon tarafından tutuklanır. Resmini Goya’nın atelyesinde gören Lorenzo’nun kıza ilgisiyle olaylar gelişir ve Goya gibi önemli bir fon karakteri Peder Gregorio’nun da yaşamlarını belirlediği kahramanların yaşamları yine çarpıcı bir final sahnesinde kesişir.
Filminin çevrildiğini ve TV’de oynadığını öğrendim. Ancak izleme olanağım olmadı.
Mükemmel bir orta çağ İspanyası fonunda geçen öykü son sayfasına dek geriliminden kaybetmiyor. Bu sene okuduğum en başarılı romanlardan birisi. Roman tutkunları listelerine alsınlar...
Jean-Claude Carrière (born 17 September 1931, Colombières-sur-Orb, Hérault, France) is a screenwriter and actor. Alumnus of the École normale supérieure de Saint-Cloud, he was a frequent collaborator with Luis Buñuel. He was president of La Fémis, the French state film school.

He wrote a novel when he was 23, then was introduced to Jacques Tati, who had him write short novels based on his films. Through Tati, he met Pierre Etaix, with whom Carrière wrote and directed several films, including Heureux Anniversaire, which won them the academy award for. His nineteen-year collaboration with Buñuel began with the film Diary of a Chambermaid (1964); he co-wrote the screenplay with Buñuel and also played the part of a village priest. Carrière and the director would collaborate on the scripts of nearly all Buñuel's later films, including Belle de Jour (1967), The Discreet Charm of the Bourgeoisie (1972), The Phantom of Liberty (1974), That Obscure Object of Desire (1977) and The Milky Way (1969).
He also wrote screenplays for The Tin Drum (1979), Danton (1983), The Return of Martin Guerre (1982), La dernière image (1986), The Unbearable Lightness of Being (1988), Valmont (1989), Cyrano de Bergerac (1990), Birth (2004), and Goya's Ghosts, and co-wrote Max, Mon Amour (1986) with director Nagisa Oshima. He also collaborated with Peter Brook on a nine-hour stage version of the ancient Sanskrit epic The Mahabharata, and a five-hour film version.
His work in television includes the series Les aventures de Robinson Crusoë (1964), a French-West German production much seen overseas.
Miloš Forman(aslında Jan Tomáš Forman) (d. 18 Şubat 1932 Čáslav, Çekoslovakya - ) Çekoslovak göçmeni ABD'li film yönetmeni, senarist, aktör ve akademisyen.

1975'te çektiği Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo's Nest) ve 1984'te yönettiği Amadeus filmleri ona En İyi Yönetmen Akademi Ödülü'nü getirdi, Skandalın Adı Larry Flynt (The People vs. Larry Flynt) filmiyle de bu ödüle aday gösterildi.
1951-1956 yılları arasında Prag'daki Müzik ve Dramatik Sanatlar Akademisi ile Film Akademisinde (FAMU) eğitim gördü. 1960'lı yılların başındaki Çekoslovak sineması bağlamında, Milos Forman'ın ilk filmleri olan Černý Petr (Maça Ası) ve Konkurs bir devrim olarak nitelendi. Bu filmlerde Çek yazarlarının ve geç yeni gerçekçilik akımının, özellikle Ermanno Olmi'nin etkileri oldukça belirgindi. Forman bu ilk filmlerinde sosyalist sanat kavramının ifadeleri olarak benimsendi. Mevcut şartlar Forman'ı Çek Yeni Dalgası'nın tartışmasız yıldızı haline getirdi. Üslubu, aktör-dışı faktörlerin duyarlı kullanımı; canlandırma, doğal seslendirme ve yarı doğaçlama diyaloglar ile Çek folk-rock'ı ve genel anlamda müziğe yönelik şaşmaz bir kulak şeklinde karakterize edilebilir. Bütün bu temel özellikler Bir Sarışının Aşkları ile Koşun İtfaiyeciler adlı filmlerinde daha da belirgindir. 1968 sonrasında Koşun İtfaiyeciler yasaklanmış ve Forman Batı'da kalmaya karar vermişti. Burada, kendi özgün fikrinden kaynaklanarak yapmış olduğu tek Amerikan filminin senaryosu üzerinde çalışmaktaydı; diğerleri edebiyat uyarlamasıdır. Amerika öncesi Forman'ın izleri, en başarılı filmi olan ve Ken Casey'in öyküsünü kökten değiştirerek kendi objektif ve komik vizyonuna getirdiği Guguk Kuşu filminde kolaylıkla gözlemlenebilir. Bu film 1975 yılında Oscar kazandı. Aynı yıl Forman, Amerikan vatandaşlığına geçti.
Forman sinisizimle suçlanmıştır; ancak Forman'ın vizyonu Bohumil Hrabal, Hasek veya Skvorecki gibi Çek edebiyatının siniklerinin ideoloji karşıtı, realist ve hümanist geleneğinden gelmektedir. Forman'ın yönetiminin etkisi bazı Kuzey Amerika filmlerinde bile hissedilebilir; ancak kalıcı önemi, yapmış olduğu üç Çek filminden kaynaklanmaktadır. Bu filmlere, Amerika'yı Amerikalılara duyarlı bir yabancının gözlerinden göstermek amaçlı cesur bir çaba olan Taking Off adlı filmi de eklenmelidir.
Forman, çalışmalarını en çok satan kitap ve oyunların uyarlamaları yönünde sürdürmüştür.

26 Aralık 2012 Çarşamba

BAŞKA DİLDE SAVUNMA VE LOZAN...

Türkiye hakkında verilmiş, anadilinde veya bir başka dilde savunma konusunda, anayasanın 90’ıncı maddesi uyarınca öncelik taşıyan sözleşmelere, mahkeme kararlarına, aykırılık nedeniyle ihlal kararı bulunmamaktadır.


Sabih KANADOĞLU Türk Hukuk Kurumu Başkanı

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/3-e maddesi ile Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi’nin 14/paragraf 3/f maddesi, benzer biçimde “sanığın mahkemede konuşulan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde, bir çevirmen yardımından ücretsiz yararlanması” hükümlerini içermektedir. Bu sözleşmelere dayanılarak kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi’nin içtihatları, sorunun adil yargılanma hakkı kapsamında “silahların eşitliği” ve “yargılamanın çekişmeli” olup olmadığı yönünden incelendiğini ve çözüldüğünü göstermektedir. Mahkeme ve Komite içtihatlarına göre, yargılandığı mahkemenin resmi dilini anlamayan veya konuşamayan sanığın içinde bulunduğu olumsuzluk, kendisine ücretsiz çevirmen sağlanmasıyla giderilmekte ve bu durum adil yargılanma, silahların eşitliği, yargılamanın çekişmeli yapılması ve ayrımcılık yasağı ilkelerine aykırılık oluşturmamaktadır.

Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 202/1-3 ve 324/5 maddeleri, yukarıda vurgulanan sözleşmelere koşuttur ve herhangi bir eksikliği yoktur. Türkiye hakkında verilmiş, anadilinde veya bir başka dilde savunma konusunda, anayasanın 90’ıncı maddesi uyarınca öncelik taşıyan sözleşmelere, mahkeme kararlarına aykırılık nedeniyle ihlal kararı bulunmamaktadır. O halde, TBMM Genel Kurulu’nda görüşülecek olan hükümet tasarısı ile CMK 202. maddesine 4. fıkra olarak ekleme isteğinin amacı ve olası sonuçları kapsamlı bir şekilde tartışılmalı ve değerlendirilmelidir.
Eklenmek istenen 4. fıkraya göre:

“4. Meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilen sanık;
a) İddianamenin okunması,
b) Esas hakkındaki mütalaanın verilmesi,
üzerine sözlü savunmasını, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde yapabilir. Bu durumda sanık savunma yapacağı oturumda tercümanını hazır bulundurmak zorundadır. Bu imkân yargılamanın sürüncemede bırakılması amacına yönelik olarak kötüye kullanılamaz.” Anlamamak ve konuşamamak başka, mahkemenin resmi dilini, meramını anlatabilecek ölçüde bilmesine rağmen, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ederek başka bir dilde savunma yapmak istemi, başka bir şeydir. Değinilen uluslararası sözleşmeler ve mahkeme kararları, resmi dili bilmeye rağmen bir başka dil kullanılmasını hak olarak saymamakta ve hiçbir ülke böyle bir uygulamaya onay vermemektedir. Örneğin İsviçre CMK’nin 68, Alman CMK’nin 259 ve Fransız CMK 244. maddelerinde olduğu gibi.

Tasarının zamanlaması ve süreç gözetildiğinde, amacın, terörün önlenmesi yönünden ortaya konan ve uygun görülen siyasi taleplerin yerine getirilmesi ve bu yönden gelebilecek eleştirileri de adil yargılanma ve savunma hakkı tanıma ve bu hakkı genişletme gerekçeleriyle karşılamak olduğu anlaşılmaktadır.

Tasarının yasalaşmasının sakıncalarına gelince;

A- Tasarının yasalaşması, Lozan Antlaşması’nın tartışmaya açılmasına yol açabilecektir. Antlaşmanın kesim III’te “Azınlıkların Korunması” başlığı ile düzenlenen 37-45 maddelerinin Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarına ilişkin olduğu açıktır. 45. maddede yer alan belirleme, bu kesimdeki hükümlerin, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarına tanınmış olan hakların, Yunanistan’ın da kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanındığı yolundadır. Bu itibarla, 39’uncu maddede yer alan “Türkçeden başka dili konuşan Türk yurttaşların yargıçlar önünde sözlü olarak bu dili kullanabilmeleri için gerekli kolaylıklar gösterilecektir” hükmü sadece Müslüman olmayan ve azınlık sayılan Türk yurttaşlar için uygulanacaktır. Ülkede yaşayan ve devletin kurucusu bulunan, eşit haklara sahip, değişik kökenlere mensup yurttaşların “azınlık” durumuna düşürmek ne akla ve ne de hukuka sığar. Tarihin çöplüğüne gönderilen Sevr Antlaşması’nın ve onun 145’inci maddesinin yeniden canlandırma çabalarının belirli çevrelerden destek alması hazindir.

Tek taraflı bir irade ile Lozan Antlaşması’nın 39’uncu maddesinin tartışmaya ve değişikliğe götürülmesi diğer akit üyelerin söz hakkı ve taleplerini gündeme getirebilecektir.


B- Tasarı ile tanınan, beyana bağlı başka dilden savunma olanağının kötüye kullanılması, yargılamanın sürüncemeye bırakılması amacına bağlanmıştır. Siyasi amaçlarla yapılabilecek istismarlara karşı hiçbir önlem alınmamıştır.

C- Anayasanın 3’üncü maddesine göre, Türkiye devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür ve resmi dili Türkçedir. Kamu hizmetlerinin anadilinde verilmesi çalışmalarına başlandığı ve anadilinde eğitim yapılması gerektiği konularının, siyasi iktidar tarafından dillendirildiği bir ortamda, tasarıda getirilen “daha iyi ifade edebilmeye bağlı” başka dilde savunma olanağı, yargıda Türkçe dışında dillerin kullanılmasına yol açar, ülkenin üniter yapısını zedeler, yıpratır ve bozar. Bu haliyle tasarı, Anayasanın 3’üncü maddesine aykırıdır.

D- Terörle mücadele bağlamında gelen siyasi taleplerin karşılanması, yeni taleplere yol açacak ve devletin üniter yapısı üzerindeki tehlike daha da yayılacak ve gelişecektir.

Türk hukuk düzenlemelerinde bu eksiklik olmamakla beraber, eğer varsa sorun, adil yargılanma ekseni üzerinden tartışılıp çözülmelidir.

25 Aralık 2012 Salı

AĞUSTOS AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 6

KİTABIN ADI : Kolomb’un Son Deniz Yolculuğu (The last voyage of Colombus)

KİTABIN YAZARI : Martin Dugard
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Özlem Metin
KİTABIN YAYINEVİ : Vatan Kitap
KİTABIN BASKI YILI : 2006
KİTABIN BASKI SAYISI . 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI:  252 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10

YORUM:

Tarih ve coğrafyadan keyif alanlar için mükemmel bir kitap. Ünlü kaşif Kristof Kolomb için yazılmış döneminin çok ince detaylarının yer aldığı yaşam öyküsü adeta bir roman gibi anlatılıyor.
Kraliçe İsabelle ve Kral Ferdinand ile ilişkileri, dönemin başlıca şahsiyetleri, sıradan insanların öyküleri, keşif gezileri, kurulan kentler, rekabetler, öldürmeler, hırs, para gibi dönemin tüm öyküleri içiçe.
Okuduğunuza asla pişman olmayacağınız bir kitap.

(Arka Kapak'tan)
Çok güçlü bir biçimde yazılmış ve zekice anlatılmış olan, Dugardın Kolombun Son Deniz Yolculuğu adlı eseri, beklediğinizin de ötesinde bir destan. Çalkantılı olan dördüncü ve son yolculuğunu -ilkokul kitaplarınızdaki yolculuk değil- ele alan Dugard, Kolombun, çok sayıdaki biyografi yazarının yapamadığı ya da yapamayacağı bir işi başarmış.
-Todd Balf, The Darkest Jungle yazarı
Martin Dugardın, Kolombun Asyaya batıdan bir yol bulmak için yaptığı son umutsuz yolculuğunun hikâyesi, sempatik ve büyüleyici; ayrıca bu hikâye, dünyada az şeyin, bir kâşifin hiç de konuksever olmayan kıyılarda yaptığı mücadeleler kadar dokunaklı -ya da aydınlatıcı- olmadığını açığa çıkarıyor.
- Dean King, Skeletons on the Zharanın yazarı
Aynen David Lean filmi gibi okunan bir kitap. Martin Dugard, macerayı ve tarihi bir kapta birleştiriyor, elden bırakılması mümkün olmayan bir anlatım sunuyor. Kolombu zeki, kararlı, kusurlu ve en sonunda trajik bir kez de onun gözüyle görüyoruz ve Amiralin son yolculuklarındaki korkuların ve zaferlerin canlı tanığı oluyoruz. Bu kitap tamamen Kolombla ilgili bütün düşüncelerinizi tamamen değiştirecek.
- Mark Burnett, Survivorın yapımcısı
New York Times bestselling author Martin Dugard is the co-author (with Bill O'Reilly) of Killing Kennedy: The End of Camelot. Mr. Dugard also teamed with Mr. O'Reilly to write Killing Lincoln: The Shocking Assassination That Changed America Forever, which has sold nearly two million copies.

Dugard's previous books of history include The Murder of King Tut (co-written with bestselling author James Patterson), which saw Dugard travel to Egypt to unravel the centuries-old mystery of who murdered Tutankhamen, Egypt 's legendary boy king; The Training Ground (Little, Brown, 2008), the riveting saga of America's great Civil War generals during the Mexican War, when they were scared young lieutenants first learning the ways of war; The Last Voyage of Columbus (Little, Brown; 2005), Into Africa: The Epic Adventures of Stanley and Livingstone (Doubleday, 2003), Farther Than Any Man: The Rise and Fall of Captain James Cook (Pocket Books, 2001), and Knockdown (Pocket Books, 1999).
In addition to history, Dugard specializes in chronicling the drive of great men to realize their potential. This can be seen in his first-person endurance sports trilogy: Surviving the Toughest Race on Earth (McGraw-Hill, 1998); Chasing Lance (Little, Brown; 2005), and To Be A Runner (Rodale, 2010), an inspiring and informational series of essays written from the viewpoint of Dugard's forty years as a distance runner. For the past eight years he has also put that knowledge to good use by spending his afternoons as the head cross-country and track coach at JSerra High School in San Juan Capistrano, California. His boys and girls squads regularly qualify for the California State Championships, and his girls team won the state title in 2010, 2011 and 2012.

24 Aralık 2012 Pazartesi

AYAŞ ABDÜSSELAM DAĞI DOĞA YÜRÜYÜŞÜ

Yaklaşık 2 ay kadardır yapamadığım ve çeşitli sebeplerle her hafta ertelen doğa yürüyüşünü bu hafta gerçekleştirebildim. Yürüyüş arkadaşımın önemli sağlık sebepleriyle katılamadığı bu yürüyüşün rotasının cazip oluşu da etkiledi.
Bu hafta, Ankara’ya çok yakın olan “Ayaş Abdüsselam Dağı”na çıkacağız. Sabah sekizde başlayan gezimizde değişik noktalardan gelen katılımcılar sonucu 3 rehber ve 23 yürüyüşçü ile mevsime göre oldukça kalabalık bir grup olduk. Yalnız grup 15 kişiyi aşınca kopmalar ve beklemeler ne yazık ki yürüyüş sırasında tempomuzu etkiledi. Grubumuzda 5 yürüyüşçümüzde yabancı milliyetlerdendi.
Sincan’ın hemen dışındaki Yenikent beldesinde kısa bir çay-çorba molasından sonra hareket ettik. Yenikent içinden ASKİ Merkez arıtma tesislerine doğru bir süre yol aldıktan sonra tesislere varmadan sağa saparak Anayurt köyüne ulaştık. Köyün içinden geçerek bir süre sonra Tekke Köyü’ne ulaştık. Yürüyüşümüz buradan başlayacak.
Tekke Köyü’nde karşılanışımızda “Cumhuriyetin çocukları hoş geldiniz” nidası anlamlı ve not etmem gereken bir sözdü.



Saat 10.00 civarında köy içinde yukarıya doğru yürüyüşümüz başladı. Yoğun bir çamur içinde 1-1,5 kilometre kadar boğuştuktan sonra yaklaşık 1000 metre irtifayı geçtiğimizde hafiften karlı zeminler başladı. Abdüsselam dağı yaklaşık 1.600 metre yüksekliğinde. Çıkışımız güneyden kuzeye doğru ve oldukça dik bir noktadan devam ediyor. Aslında daha çok ve yoğun bir kar beklerken karın 10-15 santimetreyi geçmemesi çıkışımızın daha zor olmasını bir anlamda önledi.





Zirveye doğru yoğun bir sis başladı. Belli bir yükseklikten sonra zirvenin bulunduğu yeri tayin iyice zorlaştığından zirve arayışına son verip 100 metre kadar aşağıya inip saat 13.00’e doğru öğle yemeği molası verdik.




(Ökse otu Ahlat ağacını işgal etmiş)
13.15 dolaylarında tekrar başlayan yürüyüşümüzde tekrar bir süre kuzeye doğru tırmandıktan sonra kuzeydoğu ve doğuya doğru dönüp güneydoğu istikametinde yumuşak bir inişle Gökler Köyü’nün içine indiğimizde saat 15.00 civarında yürüyüşümüz noktaladık. 1961 yılında yapıldığı söylenen köy camisi önünde köylü ile sohbetimizde köyün 1959’dan buyana açık bir kütüphanesinin olduğunu ve 3 değişik noktada köyodası bulunduğunu ve önceden haber vermemiz halinde yemek ve çay hazırlığını yapabileceklerini ve haber vermemizin yeterli olduğunu söyleyen gençlere bir daha sefere söz vererek Yenikent içine indik. Saat 16.00 dolaylarında Ankara’ya dönüş yolculuğumuz başladı.
Daha yoğun kar ile güzel kar yürüyüşleri dileyerek yılında son haftasına giriyoruz.