27 Temmuz 2010 Salı

HİTLER'İN KUZULARI !..‏

(Sayın yazarın izniyle)

HİTLER'İN “KUZULARI”!..

Hükümet yanlıları da “12 Eylül”le hesaplaşmayı 12 Eylül'e bıraktı; karşıtları da! Ortada gerçekten bir hesaplaşma olacak mı? Asla!.. Her şeyden önce buna mevzuat engel! Darbelerle hesaplaşma çabalarına şimdi de, İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi eklendi. Sanki darbe yapmak isteyenler, yasadan aldıkları yetkilerle hareket ediyorlar. Darbe yapmaya teşebbüs edenleri cezalandırmak mümkün. Bu konuda gerekli ceza hükümleri kanunlarımızda var zaten. Darbe yapıldıktan sonra ise, yargılamayı yapacak olan mahkemeler de darbecilerin etkisi altına gireceğinden, bu hükümleri kimse uygulayamaz! Geçmişte yaşadığımız deneyimler bize bunu çok iyi öğretti. O halde referandumu 'darbelere karşı' bir ‘tedbir’ gibi göstererek, onu 'darbeleri oylamaya' dönüştürmek, halkı aldatmaktan başka bir şey değildir. Darbe mağdurları için ‘ağlamak’ ve o günlerin anılarından hüzünlü alıntılar yaparak duyguları ‘sömürmek’, bu aldatmacanın en güzel örnekleridir… Darbe çerçevesinde 25 ilde “Evet” kampanyasını Hak-İş’in üstlenmesi ise hayli ilginç. Tekel işçilerinin eylemi sırasında, onlara en küçük bir destek vermeyen bu ‘işçi’ sendikaları konfederasyonu, daha önce de ‘işçi hakları’ için bu genişlikte bir eylemde hiç bulunmamıştı… ‘Sarı sendikacılığın’ tipik örneği ve günümüzde büründüğü şekil Hak-İş’tir!…

Hükümet ve yandaşları, 12 Eylül Faşist Rejimi’nin sağ-sol çatışması diye bilinen şiddet olaylarını bitirebilmek için, başvurduğu resmi şiddetin; masum pek çok insanın hayatını kaybetmesine neden olduğunu nihayet öğrendiler. Bu nedenle de sömürülme sırasına 12 Eylül’ü getirdiler. 12 Eylül’de, toplumdaki dinamik unsurların yönetime kesin itaatini sağlayabilmek için, asılmak suretiyle onlarca gencin idam edildiği bilinen bir şey. İlginçtir; bugün bu gençlerin yürek parçalayan öykülerini, toplumun her kesimi sahiplenmektedir!.. 12 Eylül'ün ürünü olan siyasi yapılanmalar bile, varlığını 12 Eylül'e karşı gelerek sürdürmeyi bir zorunluluk olarak görmeye başladılar. Bunlar iyi gelişmelerdir!? Avukatlar, 12 Eylül yönetiminden infazların durdurulmasını istemek için, o tarihlerde başlatılan kampanya sırasında, Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olan Recep Bey’e de gittiler. Recep Bey, destek vermek bir yana, hararetle idam cezalarını savunmuştu!..(1) Bugün ise idam edilen gençlerin mektuplarını okuyarak ağlıyor olmasını anlamak mümkün değildir!. Toplumun her kesiminin 12 Eylül’ü nefretle andığını o da biliyor. Şimdi anayasa değişikliklerini 12 Eylül'le hesaplaşmak için yaptığını söylemesi de bu nedenledir kuşkusuz. Halbuki, o paketin içindeki iki değişiklik, ülkeyi 12 Eylül rejiminden de daha gerilere götürecek!.. Anayasa Mahkemesi ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun hükümete bağımlı hale getirilmesi olarak özetlenebilecek bu iki değişikliği, gözden kaçırmak için yapılan ve aslında kimsenin de karşı çıkmadığı 'reform' niteliğindeki diğer değişikler, yasalaşsalar bile kalıcı olamazlar!.. Zira, hükümet yine bir 'gece yarısı operasyonu' ile tümünü geri alabilir! Bu duruma karşı koyabilmek, ancak ve ancak 'bağımsız yargı' ile olanaklıdır. Yargı yürütmeye bağımlı hale gelince ve hükümetin icraatlarını, ‘yasalara uygun’ olarak yorumlamaya başladığında, geleceğimiz yer; felaketin tam ortası olacaktır…
Derinlemesine bilgi sahibi olan pek çok hukukçu, bu değişikliklerin “kuvvetler ayrılığı” ve “yargı bağımsızlığı” gibi demokrasinin ‘olmazsa olmaz’ ilkelerini ortadan kaldıracağını anlatıyor. Günümüzde, yasama, yürütme ve yargının bir erkte toplandığı “kuvvetler birliği” ilkesiyle yönetilen devletler kalmadı denebilir. Böyle bir sistemi savunmak, bu çağda olacak bir şey değil. Denetlenecek olanın, kendisini denetleyecek olanı seçmesi, her şeyden önce, yargının “bağımsızlık” ve “tarafsızlığını” ortadan kaldırır. Bu iki ilkenin, uygulanmadığı ülkelerde 'adalet'ten söz edilemez. Adaletin olmadığı bir ülkede ise, devlet çöker! Savaş yapmadan bir devleti parçalamak bu yoldan bile mümkündür. Bu nedenle de önümüzdeki 'referandum'un önemi bir kat daha artmıştır. Denebilir ki, bu 'referandum' Türkiye Cumhuriyeti'nin 'var olma-yok olma' referandumudur!..

Unutulmamalıdır ki, yürütmenin yargı üzerinde etkili olması, keyfi uygulamaları artırır; “hukukun üstünlüğü” ilkesini işlevsiz hale getirir. Yönetim, tasarruflarında 'kamu yararı' ölçütünü bir yana bırakıp, yerine 'özel yarar' ve 'özel zarar' gibi ölçütleri getirebilir; işlemlerinde 'objektif' olmaktan uzaklaşır da, 'keyfi' davranmaya başlarsa, keyiflerinin nerelere kadar uzanacağını hiç kimse önceden kestiremez. Bu rejimin adı ne konulursa konulsun, baskıcı bir rejim olacağı tartışma götürmez! Böyle bir rejim hafızalarımızda canlıdır… Aradan 30 yıl geçmesine rağmen, 12 Eylül Faşizmi’nin yaraları hala sarılmadı. Yürütmeyi frenleyecek mekanizmalar, yürütmenin etkisine açık bırakıldığında ve evrensel değerler yerine kişilerin insafına bağlı kalındığında, felaketlerin ardı arkası kesilemez. Faşist yönetimler, böyle dönemlerde önce muhalifleri sustururlar; sonra sıra meşru yollardan direnecek olanlara gelir!..

Keyfi olarak 6 milyon Yahudi'yi katleden yetenekli 'ego manyak' Hitler gibi liderlerin arkasında, hiç kuşku yok ki, hukukçular da vardı ve ona 'meşruiyet' zemini onlar hazırlamıştı… Faşist liderlere bu olanağı sağlayanların sorumluluğu ise liderlerinden daha az değildir…

Yönetimi 'denetimsiz' bıraktıktan sonra, memurlara 'grevsiz' toplu sözleşme hakkı tanımanın ne anlamı olabilir?.. Grev hakkı olan işçi sendikalarının 25 ilde başlattığı “Evet” kampanyasına bakarak; grev hakkı olmayan memur sendikalarının ne işe yarayacağı çok kolay anlaşılabilir. Geçtiğimiz kış aylarında, Tekel işçilerinin başına gelenleri unutmadık. Üstelik onların 'grev hakkı' varken, bütün bu olanlar başlarına geldi. Grev silahı olmayan bir memur sendikasının 'denetimsiz' bırakılan yönetim karşısında, ne etkinliği olabilir ki? Kadınlar, çocuklar ve özürlüler için 'pozitif ayırımcılık' yapılması ile ilgili düzenlemeler de, aynı şekilde güvencesizdir ve bir gecede geri alınabilirler!..

Bu 'referandum' ile bizden, yöneticilere asıl şu yetkiyi vermemiz isteniyor: Çoğunluğun seçtiği yönetim, kendini denetleyecek ve gerektiğinde yargılayacak olan organları da seçsin! Başka bir ifade ile söylersek: Çoğunluğun seçtiği yöneticiler, tıpkı bir padişah gibi 'sorumsuz' ve 'dokunulmaz' olsunlar! Peki bunun karşılığında halka verilmesi vaat edilen nedir? Hiçbir şey!.. Hiç kuşku yok ki, böyle bir rejim altında halkın 'seçme ve seçilme özgürlüğü' de tehlikeye girer! Halk ‘yurttaş’ olmaktan çıkarılıp ‘kul’ haline getirilmek istenmektedir!..

“Halkı 'aldatmak' suretiyle adım adım bir 'karşı devrim' yapılıyor” diyenler haksız değildir. Karşı devrimin son adımı, hükümeti ‘denetleyecek’ ve gerektiğinde ‘yargılayacak’ olan organları, etkisizleştirip göstermelik kurumlar haline dönüştürmektir. Son anayasa değişiklikleri kabul edildiğinde, 'denetim' organlarının yegâne görevi, iktidarın 'keyfi' icraatlarına kılıf hazırlamaya dönüşecektir. Tıpkı, düşüncenin yerine eylemi ve aklın yerine duygu ile heyecanı geçiren Nazi Almanyası'nda olduğu gibi. Nazi Rejimi (1933-1945) Avrupa'da 60 milyon ölü, 5 milyon kayıp ve sayısı bilinmeyen göçler ile yakılıp yıkılmış şehirler bırakarak gitmiştir. Bu durumun yaratıcısı olan Nazi ileri gelenleri, Nürnberg Mahkemesi'nde yargılanıp, idam da dâhil, çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Duruşmaların Amerikalı savcısı, memleketine geri dönmeden önce, Hitler'in Adalet Bakanını hücresinde ziyaret etmiş ve şu sözleri söylemişti: “Hitler kendi görüşü doğrultusunda, 'insan hakları' ve 'benzeri konularda' yasalar çıkardığı an, Almanya savaşı kaybetmişti. Siz de Sayın Adalet Bakanı, Almanya'da ve tüm Avrupa ülkelerinde Ceza Hukuku konusunda sayısız eserler yayınlamış ve bir otorite düzeyine erişmiş hukukçu olmanıza karşın, Hitler'in hazırladığı kendine özgü bu yasalara imza attığınız anda, kendi kendinize idam cezasını vermiş oldunuz. Ben bu duruşmaların savcısı olarak, size bu hatanızı hatırlatmak için, bulunduğunuz bu küçük taş hücreye gelmiş bulunuyorum. Hoşça kalınız...” (2)

Temel hukuk kurallarında yapılan değişiklikleri 'küçümsemenin' yaratacağı tehlikeyi anlatmak bakımından, bu örnek tarihe altın harflerle yazılmıştır! Şimdi de biz 72 milyon halk olarak, Nazi Almanya'sının Adalet Bakanı ile aynı durumdayız. Bu anayasa değişikliklerine “Evet” dediğimizde, önce demokrasiyi ipe çekeceğiz, sonra da gelecek nesillerin idam fermanını imzalamış olacağız!..

Yıllardır savunduğu görüşlerle taban tabana zıt olacak şekilde, AKP'ye özel “Anayasa Taslağı” hazırlamayı içine sindirebilen Prof. Dr. Ergun Özbudun hoca ile, yazdığı kitaplarda savunduğu fikirlerin, bugün tam tersini savunduğu için sorulan soruya: “Onlar kişisel görüşlerimdi, şimdi savunduklarım ise resmi görüşlerimdir” diyecek kadar iktidar sarhoşu olan, Prof. Dr. Burhan Kuzu hocayı da bu vesile ile ve ‘saygıyla’ anmak isterim. Her ikisi de görevlerini ‘kusursuz’ ikmal etmişlerdir. Hiç kuşku yok ki, Hitler’in bu kuzusu ile, diğer 'kuzularının' durumu bizimkinden daha iyi değildir! Bir gün, bu “değerli” akademisyenlere, kendi kitaplarını hediye etmeyi çok isterim!..

Ünlü dönekler ile 12 Eylül’ün ürünleri, ‘Bremen Mızıkacıları’ gibi birbirinin üzerinde, 12 Eylül mağdurlarının referandumda “Evet” oyu kullanmaları gerektiği şarkısını söylüyorlar. Onlara verilen iş, suyu bulandırmaktı. Onlara sorsalar, 12 Eylül’ün mağdurları, hâlihazırdaki siyasal durumu onlar kadar iyi değerlendiremeyecek durumdalar. Oysa hem sağdan ve hem de soldan 12 Eylül’ü yaşayıp da adam gibi dimdik ayakta duranlar; dönek, işbirlikçi, yalaka ve kaypak olan bu ‘insanlara’ acı acı gülümsüyorlar. Kalemlerin ucundan pislik damlayan o hainler ise, yaladıkları ve yalayacakları kemiklerin karşılığını bugün için bu şekilde veriyorlar!..

Hayırsızlara “Hayır” demek ulusal bir ödevdir bugün!..

Geleceğimiz “Hayır”lı olsun!..

Av. Cemil Can


DİPNOTLAR :
(1)http://www.odatv.com/n.php?n=basbakan-erdogan-bu-idam-mahkumlarini-hatirlitor-mu-2107101200
(2)Bütün Dünya, 1 Mayıs 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder